Sayın Cumhurbaşkanımıza bu samimi itirafından dolayı minnet duymamız gerekir. İlk kez kendisi ile ilgili çok mühim bir itirafta bulundu ve kendisinin bir "çoban" olduğunu söyledi.

Aslında bir gerçeği ifade ediyor ama işin ironisi de burada zaten. Bu durumda biz de liderlikle çobanlık arasında çok da felsefi ve ulvi farkların olmadığını anlamış olduk.

Lider olduğunuzda demek ki aynı zamanda çoban da oluyorsunuz. Bence yönetim guruları bunu incelemeli. Şirketlere konferanslar verip binlerce dolar parayı almayı biliyorlar ama liderlik derslerinde “çoban ile koyun” arasındaki liderlik ilişkisini bile çözememişler daha.

Bizim dilimizde çobanlığın anlamını hepimiz biliyoruz: Eğer bir yerde elinde kızılcık ağacından yapılma bir sopa (kızılcık ağacı sopasını vurduğunda çok acı verir çünkü), sırtında herkese ekmek verecek kadar deriden yapılmış dolu bir azık, yanında seni korumak için veya sürüyü kurda kaptırmamak için bir veya birden çok çoban köpekleriniz varsa, siz artık bir çobansınız demektir.

İyi de tek başına çoban olunmaz. Çobanın otlatacağı bir de koyun sürüsüne ihtiyaç var. Bunu ben nerden mi biliyorum? Çünkü ben de bir çobanım ve köyümde çok çobanlık yaptım. Koyun olmadan çoban olmaz.

Örneğin gecenin bir karanlığında gün ışırken kalkarsın. (Bizi yönetenler de öyle yapıyorlar.) Koyunları sadece sınırları olan ve senin belirlediğin otlaklara sürersin ki serinde bir güzel yayılsınlar. Çünkü hava ısındığında sıcak, koyunları çok rahatsız eder ve birbirlerinin arkasına saklanarak başını kaldıramazlar. Zaten biliyorsunuz saatler bu yıl o yüzden ileri alınmadı, ki biz gece karanlığında kalkıp sokaklara düşelim ve verimli olalım. Politik havanının ısınması ile koyunları rahatsız eden güneşin doğması arasında ne fark var? Biz de politik hava ısındığı zaman hemen başımızı öne eğip bir diğerinin gölgesine saklanıyoruz ki çoban bizi fark etmesin. Yok gibi yaşayalım ve sadece bize çizilen meradaki otlaklarda oyalanalım.

 

Dağın arkasında ne var, sakın sorgulamaya kalkma. Bunu aklına bile getirme. Biliyorsun, aklına getirmen için düşünmen lazım. Düşünürsen eğer hayal kurarsın. Hayal kurarsan içindeki şeytan seni sürekli dürter "o dağın arkasını gör" diye. Siz anlamazsınız işte, düşünmek bu yüzden yasaktır. Düşünürsen hayal kurarsın.

Hayal kurmak tehlikelidir. Hayal kurarsan sende olmayanı istersin. İnsan kendisinde olanın hayalini kurmaz çünkü. Kendisinde ya hiç olmayanın veya çok az olanın hayalini kurar. Sakın düşünme, çoban seni kurtlara verir. Ya da sürünün dışına atar, başka otlaklarda aç kalırsın. Boşuna dememişler “sürüden ayrılanı kurt kapar” diye. İşte bu durumumuzu anlatan mükemmel bir özdeyiş.

Bir de koyun deyip küçümseme sakın. Koyunun faydaları çoktur: Sütünden yararlanırsın, yününden faydalanırsın, yaşı biraz ilerledi ve verimliliğini kaybetmeye başladıysa, yani yaşlandıysa etinden yararlanırsın. Seni tarif ettiğimi düşünüp bana öyle bakıp bozulma. Ben gördüğümü ifade ediyorum. Neysen osun; ne bir eksik, ne bir fazla.

 

Ben de iyi bir çobandım köydeyken; gerçek söylüyorum. Koyun sürüsü sıcaktan birbirine girip başını sakladığında onu kim açar biliyor musun: Keçinin erkeği Teke. Eğer o sürüde bir teke yoksa kesinlikle o koyun sürüsünü harekete geçiremezsin. Şimdi buradan hemen bir sonuç çıkartıp kendini teke yerine koyayım deme. Teke olmak için dayanıklı olman lazım. Zora karşı mücadele edip dağın ve kayaların en tehlikeli uçlarına gidebilmeyi göze alman lazım.

Sen daha burnunun ucunu göremiyorsun, kayaların zirvesindeki özgürlük tutkusunu nerden bileceksin? Hatta oralara gitmek risk anlamını taşıdığı için en lezzetli yiyecekler, yaşamda sana lazım olacak bol oksijen ve özgürlüğüne en yakın olduğun mavi bulutlar da ordadır. Riskli ve yasaklı yerlere çıktıkça özgürlüğün simgesi bulutlara yaklaşırsın.

Kime anlatıyorum ki bunu?

Aslında benim bu yaptığım bir suç. Senin hayal kurmanı sağlıyorum ve çobanı gerçekten kızdıracağım. Oysa en son kızdıracağım kişi çobanımız olmalı. Maazallah başıboş kalırsak bizi kim otlatacak yeşil çayırlarda?

 

Ben iyi bir çobandım.

Bir tek kavalım yoktu ama çok iyi çoban köpeğim vardı. Elimden hiç eksik olmazdı kızılcık sopası.

Sabahın karanlığında köyden çıkar, akşamın karanlığında tekrar dönerdim. Bu yaşıma geldim hâlâ özlerim o yıllarımı.

Köydeyken çobandım, şehre geldim size dönüştüm, iyi mi?

 

Bir de içimizde şanssız olanlarımız var çobanın sürüleri olarak.

Örneğin, mezbaha nedir bilir misiniz?

Artık süt vermeyi kesmişsen, sürekli sürüden ayrılmaya çalışıp dağın arkasını hayal etmeye başlamışsan, bu da yetmeyip diğerlerini de seninle birlikte hareket etmek için örgütlemeye çalışmışsan, hadsizlik edip çobanın seni daha verimli topraklara götürmesini isteyerek onun çobanlığından mutlu değilsen ve değiştirmeye girişmişsen, işte sana mezbahanın yolu göründü demektir. İnanmıyorsan yönünü şöyle bir dön Silivri’ye doğru bir çevir.

Mezbahada ilginç işler olur.

Oraya girdin mi bıçağını masada sürerek bileyleyen kasap, ağzında hiç söndürmediği sigarasını dudaklarında bir sağa bir sola çevirerek sararmış dişlerini sana gösterir ve sırıtır. İçeride ağır bir kan kokusu vardır. Bunu nerden mi biliyorum, seninle aynı memleketteyiz ve aynı toprakların üzerinde yaşıyoruz. Arkana dön ve sokaklarımıza bir bak. Kan kokusunu hissedeceksin. Senden öncekilerin başına ne geldiyse sen de onu yaşayacaksın.

İşin sırrı bu sözde saklı.

 

Koyun koyunluğundan vazgeçmezse, çoban çobanlığından niye vazgeçsin ki?

Bir şey diyeyim mi sana; benim bu tarifim hiçbir şey, seni en iyi Nâzım Hikmet anlatmış, bana kızacağına onu iyi anla.

Nasıl mı? işte bak:

"Koyun gibisin kardeşim,

Gocuklu celep kaldırınca sopasını

Sürüye katılıverirsin hemen

Ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.

Dünyanın en tuhaf mahlûkusun yani,

Hani şu derya içre olup

                Deryayı bilmeyen balıktan tuhaf.

Ve bu dünyada, bu zulüm

                            Senin sayende.

Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer

Ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak

                            Kabahat senin,

                                  –demeğe de dilim varmıyor ama–

Kabahatin çoğu senin, canım kardeşim!"