Nerede ise bütün basın, uluslararası eğitim düzeyi değerlendirme sistemi PISA’nın dünyada 72 ülke arasında yaptığı araştırmayı açıklayınca şaşkınlıkla tartışmaya başladı. Ben de bu sonuçlar açıklandıktan sonra basının değerli temsilcilerinin neden şaşırdıklarına şaşırdım. Bir politikacımız da diğer ülkeler ile bizim eğitime aktardığımız maliyeti söyleyerek durumu normalleştirmeye çalıştı. Yani ne kadar ekmek o kadar köfte.

Biraz derine inelim:

Biz OECD (Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü)’nin 34 üyesinden biriyiz. Bu araştırmayı da bu örgüt 72 ülke arasında yapıyor. Çıkan sonuçlar tam bir felaket.

On beş yaş grubundaki öğrencilerimizin 72 ülke arasında sıralamadaki yeri fen dersinde 2003 yılında 33 iken, 2015 yılında 52’nci sıraya düşmüş.

Yine 2003 yılında matematik eğitiminde 35’inci sırada iken, 2015 yılında 49’uncu sıraya inmiş.

Aynı şekilde 2003 yılında okuma ve okuduğunu anlayabilme kapasitesi ile ilgili araştırmada 35’inci sırada iken, şimdi 50’nci sıraya gerilemiş durumdayız.

Yani bu yaş grubundaki çocuklarımızın hem okuma alışkanlığının kazanılması, hem de okuduğunu, yani anadilinde okuduğunu anlayabilme oranı gerilemiş durumda.

Peki birinci olanlar kim? Eğitime en yüksek bütçeyi ayıran Singapur, Japonya, Çin ve iki Avrupa ülkesi.

Burada dikkat edilmesi gereken gerçek şu ki, son yıllarda teknoloji alanında üretim yapan ve katma değeri yüksek ürünleri dünya pazarına satan, ekonomisi en hızlı gelişen ülkelerdir bunlar.

Biz eğitim sistemimizde ezberciliğe ve hurafelere dayalı öğrenci yetiştirmek için bu toplumun geleceğine dinamit koyarken, elin oğlu matematik, fizik ve doğa bilimleri gibi hem ülkesini, hem de insanlığı ileriye götürecek buluşlar için eğitime yatırım yapıyor.

 

Bütün iktidarlar, ne acı ki öğrencileri ve çocuklarımızı kendi iktidarlarının güvencesi birer asker olsunlar diye onların öğrenme ve anayasal bir hak olan eğitim haklarını ideolojik hırslarının oyuncağı haline getirdiler.

Evet, her köşe başında özel üniversiteler, vakıf üniversiteleri var, devlet üniversiteleri var.

Evet, devlet defter, kâğıt, kitap gibi temel ihtiyaçları bedava veriyor.

İyi de nitelikli bir eğitim için bunlar yeterli mi?

Okutulan kitapların içindeki bilgiyi kim hazırlıyor?

Bu bilgileri bir ulusal bilim kurulunun hazırlaması gerekmez mi?

Sınav sorularındaki safsata sorulardan neyin öğretildiğini anlıyoruz. Ayrıca hocaların ve öğretim görevlilerinin, yani "eğiticinin eğitilmesi" sorunu çözülebilmiş durumda mı?

Her yıl atanamayan öğretmenlerin feryatlarını üzülerek izliyoruz.

Çok uzun yıllardan beri devlet, ne yazık ki eğitimi özel sektörün ve tarikatların insafına terk etmiş durumda. Tarikatçı terör örgütleri ile iktidar arasında esas kavgaya neden olan en büyük çelişki dershaneler konusu değil miydi?

Gelecek nesli kim yetiştirme konusunda daha örgütlüyse, eğitim kurumlarını da kendi ideolojisinin arka bahçesi haline getiriyor.

Daha henüz dumanı sönmemiş Adana’daki tarikat yurdundaki yangında can veren körpecik çocuklarımızın ahı, üzerimizde hâlâ sıcaklığını korumakta.

Dershaneler ve eğitim kurumlarından bir tarikat gitti, onun yerini başka vakıflar ve tarikatlar aldı.

 

Bu ülke, pozitif-bilimsel eğitimden 1950’li yıllarda Demokrat Parti Köy Enstitüleri’ni kapattığı gün uzaklaşmaya başlamıştır. Bir 12 Eylül ürünü olan YÖK eliyle üniversitelerde özgür düşünme yetisi zaten uzun yıllar önce zapturapt altına alınmıştı. Bu 12 Eylül ürünü YÖK öylesine kullanışlı ki, kim geldiyse kendi anlayışına göre şekillendirdi onu. Üniversiteler bilim yuvası olmaktan çok, iktidarların alkışçısı haline geldi.

Devletin çocuklarını ücretsiz okutması anayasal bir hakken, özel okullar ve üniversiteler kazançlı birer ticarethaneye dönüştü. Öğrenciler bu memleketin gelecekteki sahipleri gibi değil, sağılması gereken birer müşteri gibi görüldü. Kuşkusuz iyi niyetli ve eğitimi öne alan üniversiteler yok değil, ancak bunlar da son yıllarda başka özel projeler adı ile yok ediliyor.

Müfredattan felsefe eğitimini çıkartır, matematik, fizik, filoloji alanlarının yerini zorunlu hurafe eğitimlerine terk ederseniz o ülkenin nesilleri sorgulayan, düşünen, tartışan nesiller olamazlar. Düşünen bir toplum değil, sizin adınıza düşünen vesayet yönetimleri egemen olur. Buradan da demokratik bir yönetim ve hukukun üstünlüğü çıkmaz.

Bizi geçmişimizden ayıran en büyük temel değerimiz, ümmetten millet olmaya geçiştir.

Ümmet sorgulamaz, tartışmaz, yorum yapmaz. Kendine statüko tarafından dayatılan her türlü yönetim tarzına uyum sağlayarak kabullenir. Otoritenin önünde boyun eğer.

Millet olmak ise öncelikli olarak birey olmayı zorunlu kılar; okuyan, tartışan, sorgulayan, itiraz eden, aklın ve bilimin tartısına göre karar veren özgür bireyler olmayı bir realite olarak önünüze koyar.

Şimdi bütün bunlardan sonra bir ateş çemberinin ortasında olan ülkemizin her alanda ayakta kalması için nitelikli, bilimsel düşünen ve yaratıcı, eğitimli insanlara ihtiyacımız olduğunu çok net görüyoruz. Unvanlarının başında profesör yazan, ama abuk sabuk konuşan, bir tane dahi yaratıcı fikri olmayan satılık kalemlere değil.

 

Üretim yapmak zorundayız. Teknolojiyi kendimiz üretmek ya da var olanı geliştirerek ulusal sanayimizi dışa bağımlı olmaktan çıkarmak zorundayız. Türkiye İstatistik Kurumu’nun güncel verilerine göre, 2016 yılı Ocak ile Eylül arasında gerçekleşen ihracat rakamımız 104 milyar dolar iken, yurtdışından aldığımız ürünler olan ithalat oranımız 146 milyar dolar gerçekleşmiş. Sattığınız mal ile aldığınız mal arasındaki cari açığın oranı % 42’dir. Bu açık, her yıl giderek yükselmektedir. Ayrıca bu oranların içindeki yüksek teknoloji alım satımı da komik sayılacak derecede düşüktür.

İşte bütün bu vahim tablonun nedeni, tam da bahsettiğimiz şeyin kendisi, eğitimin kalitesidir.

Gerçeği hamasetin değil, rakamların dili gösterir bize.

Elin oğlu Fransa-İsviçre sınırında yerin yüz metre altında ve 27 km uzunluğunda CERN’i kuruyor ve 3 bin bilim adamı orada görev yapıyor. Bunların içinde Türk bilim insanları da var. Büyük hidrojen çarpıştırıcısı denilen parçacık hızlandırıcıları ile evrenin ve ilk maddenin oluşumundaki karanlık noktaları öğrenmeye çalışırken ve de ayrıca Mars’ın keşfi esnasında orada bulunacak madenlerin paylaşımının kime ait olacağı gibi konuları tartışıyorken, biz Beylikdüzü’nde "büyü bozma ve cin çıkarma hastanesi" kuruyoruz. Ve kamuoyu, Sağlık Bakanlığı’nın bu hastaneye ruhsat verip vermediğini merak ediyor; tirajikomikliğe bakar mısınız?

 Kendimizi "neden böyleyiz" diye sorgulamamız gerekmez mi?

Cahil toplumu yönetmek inanılmaz kolaydır. Yoksul toplumu yönetmek ve onu aç kalmayacak kadar besleyerek kendine bağımlı kılmak, kimi iktidarların arzulu rüyasıdır.

Yaratıcı insanlarımızın önemli bir kısmı beyin göçü nedeniyle gelişmiş ülkelerde çalışıyor? Çünkü burada kendilerini geliştirecek saha bulamıyorlar.

Bana söyler misiniz bugün bunca üniversite bolluğu varken, hangi üniversite laboratuvarında ne tür buluşlar gerçekleşiyor?

 

Size acıklı bir bilgi daha vereceğim:

Yine OECD verilerine göre Türkiye Ar-Ge (Araştırma-Geliştirme) çalışmalarına Gayri Safi Yurtiçi Gelirin yüzde 1.06’sını ayırmış durumda. Yani 22 milyar 182 bin lira. Bu oran Güney Kore’de yüzde 4.3, Japonya’da yüzde 3.6, Finlandiya ve İsveç’te 3.2 olarak tespit edilmiş durumda.

Ülkemizin gelişerek dönüşme oranını, 35 OECD ülkesi arasında 3’üncü sırada olduğunu üzülerek görüyoruz.

Enerji, çevre ve sağlık alanlarına yapılan yatırımlarda da sondan üçüncüyüz. Enerjide 0.79, çevrede 1.30, çok övündüğümüz sağlıkta ise 0.46 oranında Ar-Ge harcamasına bütçe ayırıyoruz. Bu oran Kanada’da enerjide 7.41, çevrede 3.90, sağlıkta ise 17.23’tür.

Şimdi oturup düşünelim, bizim başımız neden terörden, yoksulluktan, yolsuzluktan kurtulmuyor diye.

Sonra diyoruz ki AB bizi neden bu kadar zorluyor?

Pozitif eğitime, teknoloji araştırmalarına, yetiştirilmiş işgücüne önem vermezsek geleceğimiz çok karanlık. Ve her alanda dış müdahalelere ve dışa bağımlı hale gelmeye doğru hızla gidiyoruz. Hamaset değil, akıl ve bilim lazım bize.

Hangarlarımızda yazılımlarını alamadığımız savaş uçakları, istihbarat almak için gözünün içine baktığımız “dost görünümlü” emperyal ülkelerden medet ummak yerine, teknoloji yatırımına daha çok önem vermeliyiz.

Bütün bunların özü de çocuklarımızın eğitiminden geçmektedir. Her alanda eğitim seferberliği başlatılmalıdır. Garson eğitimli, kasap eğitimli, temizlik personeli, güvenlik personeli, öğretmen, üniversite hocası, gazetecisi, terzisi, doktoru, mühendisi, memuru, çiftçisi ile topyekûn eğitim seferberliği yapılmalıdır. Ar-Ge’ye, silahlanmadan ve güvenlik harcamalarından daha çok bütçe ayrılmalıdır.

İdeolojisine bakmadan bir Ulusal Bilim Kurulu oluşturulmalı ve eğitim müfredatı yeniden yazılmalıdır.

Çocuklarımız kimsenin ideolojik arka bahçesi değildir.

Kurtuluşumuz, aydınlık bir Türkiye için, aydınlık ve bilimsel düşünme becerisi olan nesillerle ancak mümkün olabilir.

Unutmayalım, yarınlar eğitimle şekillenir.

En büyük güç ve silah da eğitimli insandır.

Başka türlüsü dedikodu ve hamasetten ibarettir, birbirimizi kandırmayalım.