6 Mayıs, bir ilkbahar günü.

Köy ile kasaba arasında yürüdüğüm yarı taşlı yolun kenarlarında tüten toprağın buğusunu içime çekiyorum. Gözümün alabildiği her yer yeşile giyinmiş. İçimde bir bahar coşkusu. Olur ya yerinizde duramaz, düz çimenliklere doğru koşmak, sürekli koşmak gelir içinizden. Başınızı göğe kaldırıp beyaz, mavi bulutların derinliğini aklınızın içine kazırsınız. Havada birkaç beyaz güvercin uçup gidiyordur, yakalamak istersiniz onu okşamak için, yapamazsınız. İşte öyle günlerden bir gün. Bütün sevdikleriniz hayattadır hâlâ. Hep böyle sürüp gidecek sanırsınız.

Okulun bahçesine girdiğimde bütün öğrenciler dışarda idi. Bugün 6 Mayıs’tı ve direnen öğrencilerin anmaları gereken önemli bir gündü. Denizin, Yusuf’un ve Hüseyin’in yeşil bir ağaç gibi idam sehpasında yüreğimizde ve aklımızda yaşama döndükleri günün yıldönümü.

Gösteri yapanların tek yaptığı şey okulun bahçesinde, bahçenin sonuna kadar yürüyüp tekrar oldukları yere geri dönmekten ibaret. Başka bir şey yok. Bir de ara sıra sol eller havada, sloganlar atılıyor haykıran seslerle. Romantizm en üst seviyede. Sanırsınız akşama devrim yapacağız, ertesi günde bütün memleket güllük gülistanlık olacak. Kalabalığı fırsat bilip uzaktan sevdiği kızın yanına sokulma fırsatı bulanlar dahil, bütün öğrenciler bir mayıs sabahında, ışıltılı güneşli bir günde gidip gelmeyecek olanların yasını tutuyorlar. Bu masumluk o kadar tehlikeli ki ya iktidarı devirirlerse. Ya memleketin üzerine inen kara tül gibi serpilen perdeyi o küçük eller ile çekip alıverirlerse. Yani anlayacağınız ne haddine biz çocukların vatan sorunlarını düşünmesi. İşte bu nedenle kasabanın karakolunda ne kadar jandarma varsa en arkada kalanlara dipçikleri vura vura geliyorlar. Tabii koltuklarımızın altında tarih, coğrafya kitapları yeşil tarlalara hep birlikte koşuyoruz. Ortaokul öğrencileri önde, koca koca komutanlar ve eli silahlı askerler arkada ekin tarlalarına doğru öğrencileri kovalıyorlar. Yanımda birkaç arkadaşım var, baktık derin bir akarsu önümüzde, geçemiyoruz. Kitaplarımızı havaya kaldırıp belimize kadar suyun içinden öteki yana attık kendimizi. Jandarma kararlı illa yakalayacak bazılarımızı. Bir tepeyi aşınca uzamış yeşil ekin tarlalarının içine uzandık. Kımıldamadan ve nefesimizi tutarak sırtüstü yatıyoruz. Tepemizde yükselen güneş tam gözümüzün içine içine işliyor. Hafiften esen rüzgârda henüz başağa durmuş ekinlerin öyle nazlı, öyle fısıltı içinde sallanışı vardı ki her şeye bedeldi bu duygu. Yaramaz çocuklardık anlaşılan. Huysuz ve sorgulayan. Ele avuca sığmayan, ne olacak bu memleketin halini rakı masasında değil, okul sıralarında sormaya başlayan haylazlardık. Yanıtı gelmeyecek sorular, yana yana durmayacak denklemler yapıyorduk. Bir süre öylece bekledik ekinlerin içinde. Uzaktan “kalk ayağa, düş önüme” sesleri ile yakalananlar olduğunu anlayabiliyorduk. Ha şimdi tepemizde birileri bitiverecek diye beklemek, zaman denilen şeyin ne ile ölçüldüğünü anlamamızı zorlaştırıyordu. Bilirsiniz böyle anlarda zaman geçmez. Saatin tik takları beyninizin içine çivi çakılıyormuş gibi girer çıkar bitmek bilmez. Uzaktan sesler kesilmişti. Hafifçe baktım kimseler yok. Tepenin öteki yanında bizim gibi ayağa doğrulmuş öğrencileri de görünce arkadaşları kaldırdım. Ekinlerin içinden ve patika yolu izleyerek kasabaya güvenli bir yoldan dönmeye çalıştık. Aynı derenin sığ kısmına geldiğimizde küçük yeşil çimenli adacıkların üzerinde piknik yapan teyzeler gördük. İçinde öyle birisi vardı ki düşünsem aklıma gelmez. Âşık olduğum şehirli kızın, şehirli annesi. Yıllar sonra Cezmi Ersöz’ün “Şehirden Bir Çocuk Sevdin Yine” şiirini okuduğumda nedense hep kendime uyarlayıp “şehirden bir kız sevdin yine” derdim bu kızı düşünerek. Öylesine sıcak olan hava benim için daha da bunaltıcı bir hal almıştı. İçimizden biri teyzelerden içme suyu istedi. Ne dese beğenirsiniz teyzenin teki. “Siz şu anarşist öğrencilersiniz değil mi? Size su bile verilmez. Aha o deredeki suyu için” diyerek çamurların içindeki su birikintilerini gösterdi. Hiçbir şey diyemedik. Teyzelerden daha iyi bilecek değildik ya anarşist olup olmadığımızı. Belli ki anarşisttik. Öyleyse suyu da hak etmiyorduk.

Bazı arkadaşlarımız gözaltına alınıp kasaba hapishanesinde sekiz-on gün kaldılar. Ve hâlâ anlatırlar, “Sicilimize işlediler, iş aradığımızda hep karşımıza çıktı bu gözaltı” diye.

Bu gösteri nedeniyle dava açıldığını ve adlarımızı okul duvarında okuduğumuzda hepimiz şaşkındık. Ben mesela, yakalanmamama rağmen listede adım vardı. Belli ki jandarma komutanlığına okul yönetimi bir olasılık listesi vermiş. Kutlamak lazım müdürü aslında, doğru da bir liste yapmış. Yürüyüşü kim organize etti ve kim biraz ileri atıldıysa herkesin ismi vardı.

Kasabada değil, büyükşehirde toplu yargılanmamız isteniyordu. Yaklaşık seksen kişi falan vardık. Salonda hakimin karşısında ip gibi dizmişlerdi bizi. İşin yorucu tarafı bu seksen kişinin adı, soyadı, adresi, anne-baba adı, sicili okunup sıra bana gelinceye kadar ayakta beklemekti. En az bizim kadar ellerinde tüfeklerle önümüzde duran askerlerin de yorulduğundan emindim. Bitmek bilmiyordu yargılama. Sıra bana geldiğinde gösteri yapmaya yaşımın yetmediğini anladım, iyi mi? Ben tam devrim yapmaya hazırlanıyordum ki karizma yerle bir oldu. Diğer göstericilerin yanında mahcup oldum. Hakim beni bizim kasabanın devlet hastanesine göndermeye ve suç işlemeye yetkin olup olmadığımın tıbben tespitimi istedi. Ne kadar adaletli ve anlayışlı bir yargımız varmış görüyor musunuz? Bugünün yargısını düşündüğümüzde onlar masum kalıyormuş, şimdi daha iyi anlıyorum. Hakim kararlı, bu çocuk, bu vatanın geleceği konusunda eylem yapmaya ehil mi değil mi ona göre yargılayacak. Darbeden sonra on yedi yaşındaki Erdal Eren’in mahkeme kararı ile yaşı büyütülüp idam edildiğini görünce benim durumumu şimdi konuşmak bile utanç verici oluyor. Ancak gördüm ki yargı temsilcilerinden daha beteri ve onları aratacak başka kimseler de varmış.

Kasaba hastanesi tek katlı, yeşil bahçe içinde ve bizim ortaokul ile yan yanaydı. Anam bana hep anlatırdı. Bebekken hasta olduğunda beni de hastanede yanında yatırıyormuş. Doktorların maskotu olmuşum. Radyoyu açtıklarında kuş gibi bağırıyor, kapattıklarında susuyormuşum. Yani anlayacağınız benimle oyun oynuyormuş hekimler. Rahmetli anam bunu nedense hap anlatır dururdu devlet hastanesinden söz açıldığında. İşte ben de size anlattım oldu bitti. Konuyu dağıtıp işin özünden uzaklaşmayalım. Elimde mahkemenin verdiği sarı bir kâğıtla sorarak gittim, beni bir doktora yönlendirdiler. “Otur şöyle” dedi bana. Elimdeki kâğıdı verdim. Kâğıdı okuduktan sonra hışımla şöyle bir baktı ki yüzüme, dedim eyvah, adam bize bir tane çakacak. Yok öyle yapmadı. “Çıkart üstünü, sadece donun kalsın” dedi. Ağzıma baktı, burnuma, kulaklarıma baktı. Sırtımı dinledi, kollarımın bileklerimin kalınlığına, bacaklarıma baktı. Sonra ne dedi biliyor musunuz? “Senin yaşın küçük olsa ne olacak, sen adam bile öldürürsün anarşist gibi” dedi ve rapora suç işlemeye ehil olduğumu yazıp elime tutuşturdu. İşte o zaman içim rahatladı, şöyle bir çevreme baktım. Demek ki devrim yapacak yaşa geldiğimi yüce devletimiz de tasdik etmişti.

Hastane bahçesinden çıkarken suç ne, suçlu kim bunları sorgulayarak gururlu bir şekilde yürürken buldum kendimi. Anam bana sen küçüksün deyip dururdu. İşte bak ben artık devleti yıkacak kadar büyümüş, güçlenmiş, serpilmiştim! Bunun en iyisini anam mı bilecekti yoksa büyük yüce devletimizin yargıcı ve şefkatli doktorları mı! Buna artık varın siz karar verin.

Ocak 2020