Bir sonbahar daha geldi yine sessizce. Biz uyurken zamanın çığlığı büyüyüp  durdu gecelerin mahzeninde. Zamansa eskidi koca bir yaz yüzümüzün derinliğinde. Güneşi biriktirdik eskiyen yanlarımızda ve dokunmak istedik yaprağın hışırtısına. O yaprak ki konuğu olmamış çınar ağaçlarında hiç.

Anıları ve yaşanmışlıkları çoğalttık bir bir. Kimse varmadı farkına azaldığımızın. Azalıyoruz oysa. İçimizde olgun bir elmanın dalını terk etmesinin verdiği hüzün... Dönmeyecek olanların yoluna asılı kaldı bakışlarımız. Hazırlıksız yakalandı kimimiz yolun başında. Bizse acılarımızı verdik bir şafak vaktinde toprağa. Toprak ki hala sıcak ve ürkütücü tüm ihtişamıyla. Ve sabırlı alacakları ve verecekleri adına.

Bir sonbahar daha, ayrılıkların ve ölümün pusu kurduğu mevsim... Bu şehir, eğreti ellerin sokaklarını okşadığı izbe karanlık... Denizi başka deniz, martısı başka martı.

Yalnız kadınları gördüm yalnızlıklarından üşüyen. Bitmeyen umutları ve nasıl, kiminle sorusunun sarmaşığa dönüşmüş çıkışsızlığı. Açlık da büyümüş yalnızlık da gözbebeklerinde. Bir sıcak örtü olmuş sessizliğin dipsiz çukuru. Kalmak bir başka sanat sokaklar boyu tenhalarda. Gitmek nasıl yazılır kimse bilemez oysa.

Kuşlar da gider şimdi, bir mahzunluk çöker çatılarımıza. Gün döner, çay saati unutulur vapur koridorlarında. Şehir ki gidenlerin özlediği, kalanların terk etmeye kurulu yolculukları vardır artık.

Bu taka nereye gider sorulmaz ve bu liman saklar mı yorgun bakışlarımızı? Kuşku düşmüştür bir kere sağanak yağmur gibi üstüne aklımızın.  Sen öteki olmuşsun, ben bizden biri. Sen ayazda kalmışsın, ben güzden beri.

Yüreğimize kim ekmiş tohumunu ayrılığın, şu sokakta ölen kim?  Şakırdayan zincir sesi hanginizin kolundadır kardelen çiçeği gibi?

Bilir misin, biz duyarız çiçeklerin sesini?

Sen sussan aşk susmaz, sen unutsan yağmur yağmaz. Yurdun, karanlığın olmuşsa geceler boyu, doğrulup kalkmazsan şafağın atmaz.

Bu korku ağacı gölgesinde çürütür günden kalan ne varsa. Mevsimler tutuklanmış rüzgâr varsa sırada, boşuna çırpınır zulüm çocukların kollarında.

Güneşi al yıldızı da tutukla!

Bin yıllardır beklediğimiz umudu da yasakla,

Sanmayın karanlık kalır, sanmayın durur bebeler,

Usul usul büyür çiçekler karanlıkla suladığınız duvarların ardında,

Bak işliyor zamanın sesi tıkır tıkır ağaçların altında.

 

Bir sonbahar daha konuğudur ömrümün.

Bilinmeze açılır kapı var mıdır yarın, yaşanacak mıdır an ve yukarıdan aşağıya yuvarlanan bu yaşam. Herkes kendi dalına yaslanmış ıslak ormanlar gibi. Uçsuz bucaksız maviyi yüreğine çeker, su içer gibi. Hayat öyle akar önümüzden duru göllerin akmaya hasret ırmakları misali.

Öyle bakma bana yaralı ceylan gibi, ayrılığı ben bulmadım. Ben koymadım körpe yaşta düşen bedene ve adı ölüm denen bilinmeyen tecrübeyi.

Şimdi otur düşün kendini.

Yarın var olacak mıyım sıcak toprağın üzerinde yeniden? Başımın üstünde uçsuz bucaksız mavi bulutlar, bir kumru kanat çırpacak mı altından geçtiğim ağacın dalında?

Şimdi dur biraz sorgula yüreğini!

Yine sevecek misin bir serçenin sevinçle kanat çırpışı gibi. Ayrılık da güzeldir oysa yaşamasını bilene, kavuşmanın düşsel yolculuğu da.

En olmadık zamanda yine de sen, unutma hayal kurmayı.

Bulabilecek misin sadece düşlerinde gördüğün yaşanılası o ışıltılı kentleri?

 

Artık anlıyorsun ne demek istediğimi,

Yol yorgun, taş ağır, su duru...

Varsa bizden sonra yaşamın anlamını sorgulayacak biri, bilsin ki biz de sevdik, özledik, umut ettik ve sabırla bekledik geleceğini sandığımız aydınlık günleri.