Hiç olmak istemediğim bir yerde buldum kendimi. Hz. Ali diyor ki, "bir sözü söylemeden önce bir dakika düşün ki yüzlerce dakika pişman olmayasın". Benimki de böyle oldu. Eski yoldaşların iletişim aracı olarak oluşturdukları WhatsApp grubundaki bir makaleye yaptığım eleştiri ile başladı. O makalede okuduğum bir yazarın ileri derecede "Kürt milliyetçiliği" yaptığı ve bu söylemi eleştirmemle reaksiyonlar oluştu. Anladığım bu tür sosyal medya gruplarında sağlıklı bir iletişimin kurulamayacağı idi. Çünkü meramını bir bütün olarak anlatabilmen olası olamıyor. Bu durumda da ne söylesen eksik kalıyor ve yanlış anlaşılmalara neden oluyor. Aynı şey karşındaki insanın görüşünü anlatmasıyla da ilgili. En iyisi bu toplara hiç girmemek. Öyle acımasız sözlerle mahalle baskısı altında kalıyorsunuz ki gidip aynaya bakasınız geliyor "bu ben miyim" diye?

Kürt sorunu bu coğrafyanın temel gerçeklerinden biridir. Ayrışma da solcuların en yaygın hastalığıdır. Kıymetli arkadaşımız Ümit Kardaş, sonmedya'da dört bölüm halinde 'Kürtler' başlığı ile 16. yüzyıldan başlayarak tarihsel süreci kaynak belirterek işledi. Dileyen okuyabilir, yan köşede duruyor. Yavuz Sultan Selim'den 1924'lere kadar konuyu getirmiş. Çok da güzel anlatmış.

Birinci Dünya Savaşı ile birlikte başlayan "ulusdevlet" süreci, bu topraklar üzerinde ırk, dil, din mezhep demeden hep birlikte verilen ortak mücadele ile emperyalizme karşı ulusal kurtuluş savaşıyla yeni bir devlete dönüştü. Devletin kuruluş sürecinde Kürtlerin ileri gelenleriyle "muhtariyet" görüşmeleri sürmüşse de Lozan Barış Antlaşması'ndan sonra bu süreç ulusdevlete evrildi. Bu süreçte birlikte yaşama iradesini gösterenler kadar, "muhtariyet" taahhüdüne geri dönülmesini isteyen görüşler de vardı. Ben yine de geçmişin olgularını analiz ederken günün koşullarını, güçler dengesini, riskleri ve fırsatları göz ardı etmeden değerlendirmemek gerektiğini düşünüyorum. Her yanlışı ve doğruyu dönemin gerçekleriyle, olgularıyla ele almak lazım geldiğine inanırım.

Kürt sorununa, Türkiye sosyalistlerinin bakışının temel kavramı, kökü 1789 Fransız ihtilalinden başlayarak, Lenin'in ideolojik bir temele oturttuğu "Self determination", yani ulusların kendi kaderlerini tayin hakkına dayanmaktadır. Her ne kadar Stalin buna farklı bir bakış açısı getirmişse de Türk sosyalistlerinin temel dayanağı Lenin'in görüşü olmuştur. Geçmişin sosyalist partilerinin programlarında ve akil adamlarının ideoloji üretimlerinde referans hep bu yönden alınmıştır. Bu nedenle Kürt sorununa çözüm fikriyatı da buradan bakışlıdır. Her ne kadar bugünün dünyasında fikren ve ahlaken doğru kabul edilse de emperyalizmin tahakkümleri gereği uygulamanın olanağı yoktur. Bunun en yakın örneği yakın dönem gerçeğidir. Bunu deneyen Kuzey Irak yönetimi bağımsız mıdır? Personel maaşlarını ödeyebilmek için nereden kaynak alıyor sanıyorsunuz? Suriye'nin petrol yataklarına çöken ABD emperyalizminin petrol kuyularını ucuz emek gücü karşılığında silahlı korumasını kim yapmaktadır? ABD kendisi yapsa yüzlerce bin dolara kişi başı maliyeti olacakken, yerel güçlere bu iş yaptırıldığında aylık beş bin dolar gibi komik rakamlara mal etmektedir. Ekonomisi bağımsız olamayan hiçbir devlet, hiçbir topluluk bağımsız olamaz. Biz bunu 1950'den beri Türkiye'de yaşamıyor muyuz? Sana borç veren seni yönetir. Bu nedenle ulusların kaderlerini tayin hakkı günümüzde fiilen ve kitabi olarak uygulanamaz. İşte bu yüzden kimlik siyaseti yapmadan, demokrasi ve insan hakları, hukuk gibi temel prensiplerde bir araya gelip iktidar olarak, üretim yaparak zenginleşmeliyiz. Hem de Çin'in yaptığı gibi her alanda üretim yapıp ihracatla içerde ve dışarda gayri safi milli hâsılayı yükselterek varsıllık yaratmalıyız. Dolara bağımlı olmaktan, küresel güçlerin "sıcak para" politikasına bağımlı olmaktan kurtulamadıkça bağımsızlıktan bahsedemezsiniz. Elbette farklılıklarımızı, kültürel zenginliğimizi mutlak surette geliştirmeliyiz. Her olguyu dönemi içinde değerlendirmek gerektiğini söylerken özeleştiri de yapılmak zorunda. Eğer bu topraklarda binlerce yıldır birlikte yaşayan Rum, Ermeni ve diğer tüm kültürel yapılar korunabilseydi şimdi Türkiye daha çoğulcu, daha nitelikli bir ülke olabilirdi. Her açıdan kültürel etkileşim bizi daha zengin kılabilirdi.

Peki, Kürt sorunu denildiğinde tek başına ne anlamak gerekir?

Muhatapları kimlerdir?

PKK mı?

AKP'ye oy veren mütedeyyin seçmenler mi?

Sistemle entegre olan Kürt zenginleri mi?

İslamcı Kürt Partisi HÜDA-PAR mı?

Parlamenter sistem içinde çözüm arayan HDP mi?

Bu durumda HDP'nin içinde kaç eğilim ve temsil kabiliyeti olan yaklaşım var; şiddet isteyenler ile hukuk içinde kalmak isteyenler arasındaki örtülü çatışma nasıl yönetiliyor?

Geçmişten bugüne bir zaman yolculuğu yapsak, Kürt hareketinin içinde varlık gösteren farklı eğilim ve bakış açılarına sahip örgüt ve partiler, PKK'nın bölgedeki baskıcı, tekleşmesinin karşısında erimişlerdir. Tarık Ziya Ekinci, Kemal Burkay gibi barışçıl ve demokratik temelde soruna çözüm talep edenler süreç içinde etkisizleşmiş ve sadece saygın, akil adamlar olarak yaşamlarını sürdürmüşlerdir.

PKK'nın ve şiddet yanlılarının dışında, parlamenter demokrasi içinde mücadele vermeyi ilke edinenler ise çeşitli baskılar, hapisler ve parti kapatmalarla bedel ödemişlerdir.

Bugün geldiğimiz noktada bir dönem sosyal demokrat ve sosyalist partilerin içinde Kürt hareketinin önemli unsurları yer alırken, sosyalistlerin tarihte ve Türkiye'de gerek ideolojik gerekse örgütsel olarak başarısızlıkları sonucu tam tersi bir süreç yaşanarak bu defa sosyalistler HDP içinde kendilerine yer aramışlardır. Bu her ne kadar sosyalistler açısından biraz iç burkan hüzünlü bir durum olsa da HDP'nin içinde var olmaları hem HDP'nin bir Türkiye partisi olmasına katkıda bulunmuş, hem de birlikte yaşama iradesinin oluşmasına iklim yaratmıştır. Eğer HDP yerelin değil Türkiye'nin partisi olabilmeyi becerebilirse hem kendisi kazanacak, hem de Türkiye kazanacaktır. HDP yönetimi, iktidarın, yerele sıkıştıran yasaklamalar ve baskılar ile bir yandan iktidarla, diğer yandan da kendi içindeki şiddet yanlıları arasında mücadele vermektedir. Bu süreci yönetmek oldukça zor bir durum. Bir de buna "gözünün üstünde kaşın var" davaları, yüzlerce ismin siyasi yasaklama içine alınması ve minderin dışına şike yapılarak itilme çabaları, hukuksuzluklarla mücadele gibi çetin bir süreci gerektiriyor. Belediyelere kayyum atanması tam bir irade hırsızlığından ibarettir. Bu tanım bile durumu açıklamaya yetmez.

Ancak Kürt hareketi denilince karmaşık, girift ve birbiriyle hem iç içe, hem de birbirini dışlayan olgular ile karşı karşıya kalıyoruz. Şöyle ki;

Ömrü boyunca şiddeti ve her türlü zorbalığı reddeden sosyalistlerin, PKK'nın dayattığı şiddet ve terörü benimseyen yaklaşımına karşı duruşları ürkek, mahcup, sessiz ve belirsizdir. Sorulması gereken onlarca soru ortada durmaktadır.

40 yıldır dağda yürütülen bu faaliyetin finansmanı nereden gelmektedir?

Dağlarda ele geçirilen mühimmatların çoğunluğu neden Amerikan, İsrail patentlidir?

Amerika dünyadaki masumların bağımsızlığını çok mu can atarak desteklemektedir. Bu desteğin altında ne yatmaktadır?

Emperyalizmin klasik taktiği "böl-parçala-yönet", Kürt sorununda sosyalistler tarafından nasıl yorumlanmaktadır?

PKK ile devletin içindeki "derin-kirli ilişkiler" nerede başlayıp nerede bitmektedir?

Güneydoğu'dan başlayarak Almanya'da, Avrupa kentlerinde biten kenevir yolculuğu kime hizmet etmiştir?

Öcalan İmralı'da Tayyip Erdoğan'a seslenirken, "Senin iktidarda kalmanı ben sağlıyorum" demekle neyi kastetmiştir?

Onlarca yanıt bekleyen soruları açıkta bırakarak belki yola devam etmek mümkün olabilir ama gerçek bir "güven" duygusu oluşur mu?

Benim kaygım odur ki, yeni bir seçim sath-ı mailine girerken PKK tarafından ya da farklı şiddet yanlılarınca hükümetin toplum üzerinde baskıyı artırmasına neden olacak, seçimin güvenliğini riske sokacak planlı provokasyonların olması yönündedir. Şiddet, bu hükümetin ömrünü uzatmasına yaramaktadır. Aynı şiddet PKK'nın da işine gelmektedir. Şiddet şiddeti körükleyecekse bu durumdan kimin çıkarı olacaktır?

Ayrıca PKK, HDP'nin parlamenter sistem içinde başarılı olmasını ister mi, yoksa profesyonelce altını mı oyar?

Bildiğiniz gibi politik çıkarların kesiştiği yerde ne ideal, ne millet, ne de demokratik hakların önemsenmediğini İstanbul yerel seçimlerinde iktidar ile Öcalan arasındaki ilişki ortaya koymuştur. Kimin eli kimin cebindedir, daha çok görünür hale gelmiştir. İşte tam bu noktada HDP'nin içinde bulunan sosyalistlerin ve demokrasiye, çoğulculuğa, birlikte yaşama inanan kesimin sağduyusu ile tüm muhalefet gönül birliği yaparak sonuca ulaşmıştır. Bu durum kapris ve komplekslerden arınarak devam etmelidir.

Nasıl Türk milliyetçiliği nerede durması gerektiğini bilmeden sınır tanımıyor ve ötekine zerre tahammül edemiyorsa, Kürt milliyetçilerinin de aynı davranışı zaman zaman sergilediğini görüyoruz. Takip edebildiğimiz yazılarda ve sohbetlerde Türkiye'nin adı bir küçümseme, aşağılama tanımlaması olarak "TC" diye kullanılıyor. Devletin ceberutluğunu biliyoruz. Bilmem kaç darbede binlerce yurtsever insanımızı kurban verdik. Onlarca aydınımızı kaybettik. Yıllardır bu yanlış politikalara karşı eğilmeden mücadele veriyoruz. Ama tüm bunlara karşın TC diye aşağılanan kimin değerleri? Çünkü üzerinde yaşadığımız bu topraklarda daha iyisini buluncaya kadar sahip olduğumuz yapının adıdır o karikatürize edilen tanım. Sevmeyebilirsiniz, eleştirebilirsiniz ama saygı duymak zorundasınız. Siyasal İslamcılar ne kadar TC yazısından nefret ediyor ve fırsat buldukça devlet kurumlarından kaldırmaya gayret ediyorsa, o oranda Kürt milliyetçileri de nefret ediyorlar ve iktidarla bu konuda ortak bir duyguda buluşuyorlar. Mevcut iktidarın ve yandaşlarının bu cumhuriyeti talan etmesini ideolojik olarak nasıl "ganimet" olarak görmesine itiraz ediyorsak, "TC" diyerek aşağılanmasına da güçlü bir şekilde itiraz etmeliyiz. Milliyetçiliğin, ırk temeline dayalı siyasetin nereden gelirse gelsin karşısında olmamız gerektiğini ifade ettiğimizde karşımıza, "ama ezilen tarafın milliyetçiliği masumdur" itirazıyla karşı karşıya kalıyoruz. Yok öyle bir şey. Eğer soruna ırk, etnik köken, milliyetçilik temelinden bakmaya başlarsanız, o zaman mevcut iktidarın tarikat, mezhep, din ayrımcılığını nasıl eleştireceksiniz? Bugün yaşadığımız Ortadoğu'nun iç çatışmalarının nedeni bu hastalıklı bakış açıları değil midir? Bu, milliyetçi söylemin hoş görülmesi adına "ama çok acı çekiyorlar, çok bedel ödüyorlar, hoş görün," denildiğinde, ben de diyorum ki, bu topraklarda Yavuz Sultan Selim'den başlayarak, Pir Sultan'dan ve derisi yüzülen Nesimi'ye kadar, yakın tarihimizde Maraş'ta, Sivas'ta yakılan, Çorum katliamında yok edilen, bu devletten bir sarı saman çöpü kadar fayda görmeyen Alevileri ne yapacağız? Onları kim anlayacak? Niyetim acıları yarıştırmak değil, yanlışın gerekçelendirilemeyeceğine dikkat çekmektir.

Konumuza gelirsek; Kürt meselesinde kendisine "sosyalistim" diyenlerin nirengi noktası sınıf temelli bir felsefeye dayanmak zorundadır. Ayrıca kim sosyalisttir, kim değildir? Bu da çok tartışmalıdır ya, hadi bunu başka zaman tartışalım. Daha da fazlası, "nasıl bir sosyalizm" sorusunun yanıtı nedir? Bu da ayrı bir yazının tartışma konusu olsun, dağıtmayalım.

Bir de bizim sosyalistlere sormak istediğim şey şu: Değişen bilgi ve bilişim çağında bildik kavramlarla bugünün tüm karmaşık sorunlarına yanıt verebiliyor musunuz? Tabulardan, kavramların değişmezliğinden, kimi şahısların bilgiççe ettiği sözlerle çizdiği düşünsel çerçevelenmeden kurtulmak gerekmez mi? Çünkü kavramsal olgular, değişen toplumsal, tarihsel ve üretim ilişkilerinin çeşitlendiği dünyamızda yeniden tanımlanmaya muhtaçtır. Elbette dünyada sınıfsal problem ve küresel bağımlılık temelindeki sömürü hâlâ vardır ve acımasızca devam etmektedir.

Mutsuz ve arayışta olanlar biliyor ki, insanlık üçüncü bir yol bulmak zorundadır. "Bu nedir" diye bana sorsanız, genel tanımlamanın dışında, doğrusu üretim ilişkileri bakımından ben de bilmiyorum. "Sosyalizm" desem, "hangi sosyalizm, nasıl bir sosyalizm" sorusu ortaya çıkar. "Çoğulcu demokratik bir yapı" desem, "sistemin adını koy" dersiniz. Ama olmazsa olmazlardan olan demokratik devlet, hukukun üstünlüğü, özgürlüklerin anayasal güvence altına alınması, üretilen ve yaratılan gayri safi milli hâsıladan hakça bölüşüm, din ve devlet işlerinin ayrılması, güçler dengesinin kurulması ve azınlık haklarının anayasal güvence altına alınması, temsili parlamenter sistem gibi onlarca şey yazabilirim. Kısaca içeride üreten, tüm dünyaya ihracat yapan ve bolluk içinde, düşünce özgürlüğünün en üst seviyede olduğu demokratik bir iklim olarak tarif edebilirim.

Konuyu dağıtmayıp devam edelim:

HDP'nin dışarıdan görüldüğü kadar, içinde birçok eğilimi barındıran bir parti olduğunu söylemiştik. Parlamenter sistem içinde kalarak birlikte yaşamanın gerekliliğine inananlar olduğu kadar, aba altından şiddet kartını kullananlar da az değil. İktidar ve küçük ortağı, parti kapatma isteğiyle şiddet eğiliminde olanların elini güçlendirdiğini çok iyi biliyor. Çünkü şiddet ve kaos, ötekileştirme, şeytanlaştırma, iktidarın seçmen kitlesinin daha bir kenetlenmesine ve konsolide olmasına neden oluyor.

Elbette iktidar gerçeğin tartışılmasını istemiyor. Sosyal konuları, işsizliği, yoksulluğu, yolsuzluğu, ülkenin her bir yanından ilmek ilmek soyulmasını tartışmak yerine "milli beka" gibi soyut, korku edebiyatı propagandası ile sandıktan çıkmayı hedefliyor. Bunu daha önce deneyimlediler ve başarılı oldular; tekrar neden başarmasınlar? Bu nedenle artık tuzağa düşmemek lazım. Öyle bir noktaya getirildik ki, dün beğenmediğimiz, eleştirdiğimiz geçmiş iktidarları bile arar duruma getirilmemiz kara bir trajedidir.

Eğer içinde yaşadığımız yönetim anlayışının adını koymak gerekirse, günahkâr "yetmez ama evet"çilerin en kritik eşikte verdikleri destekle kurulan "siyasal İslamcı-milliyetçi bir faşizm"dir.

Hepimizin gözü önünde ne yazık ki Türkiye, 783 bin 562 m2 ve 82 milyonluk ağır bir kütle olarak hızla karanlığa doğru sürüklenmektedir. Mali bilanço kayıtlarına göre iflas etmiş ve gayri safi milli hâsılasının dış borç stokunun milli gelire oranı % 61.5 olmuştur. Brüt dış borç 448.4 milyar dolar ile Türkiye tarihinin en yüksek düzeyindedir. Türkiye tarihindeki iktidarlar içinde 62 milyar dolarlık özelleştirmeden elde edilen gelir buhar olmuştur. 128 milyar dolar, geri dönülmesi güç bir şekilde belirli çevrelere yem edilmiştir. Türk, Kürt, Laz, Çerkez demeden tüm çocuklarımızın 40 yıllık geleceği yap-işlet-modeli ile İngiliz bankalarına ipotek edilmiş durumda. Tüm yeraltı ve yerüstü kaynaklarımız, ormanlar, akarsular, denizlerimiz talan edilmekte, yerel ve küresel çıkar odaklarına peşkeş çekilmektedir. Çalınan hepimizin çocuklarının geleceğidir. Ona ayrışarak değil, birleşerek sahip çıkabiliriz ancak.

Gün farklılıkları öne çıkartma günü değil; birlikte demokrasi mücadelesini kazanarak, demokratik bir devletle, tüm farklılıklarımızla özgürce bir arada yaşayacağımız yeni bir gelecek kurma günüdür. Bizde bildik bir söz vardır "sürüden ayrılanı kurt kapar" diye. Artık sürüden ayrılanı kurt kapmıyor, emperyalist devletler çiğnemeden yutuyor. Hesaplar buna göre yapılmalı.

Son söz... Böyle bir sorunu tek bir yazıya sığdırmanın olanaksızlığını bildiğinizi umuyorum. Şimdi bu yazıdan sonra elinize bir çekiç ve çivi alarak, düşüncelerimi kalıplarınıza sıkıştırarak çerçeveleyip asabilirsiniz, ya da buruşturup çöpe atabilirsiniz. Karar sizin.