Küba...

İlk ayaklanmasını ve bağımsızlık mücadelesinin ilk ateşini yakan, bu süreci 1895 yılında sürgünde başlatan Kübalı şair ve gazeteci Jose Marti’yi anmadan Küba’nın tarihi anlatılamaz.

Küba, uzun yıllar İspanya’nın bir sömürgesi olarak varlığını sürdüren Karayiplerin bir ada cenneti; Amerika’nın hemen burnunun dibinde. Bu nedenle İspanya ile Amerika arasında çetin bir mücadelenin yaşandığı doğa harikası bir ülke.

 

ABD’nin açık desteği ile 1933 yılında kendisinden önceki diktatörü devirerek iktidara gelen Fulgencio Batista yönetimi, yozlaşmanın en üst düzeyini anlatan bir süreçtir.

Bu küçük ada, Batista döneminde Amerika’nın kumarhane, uyuşturucu ve seks cenneti haline gelmiş, yoksulluğun ve devlet kurumlarındaki kirlenmenin arttığı, ahlaki çöküntünün yaşandığı ve yerli halkın zulüm altında yaşadığı bir dönemdir.

1953 yılında 81 arkadaşı ile başlayan ve 1959 yılında sosyalist bir devrimle sonuçlanan bu mücadele, az sayıda birbirine inanan gerillanın ve Küba halkını arkasına alışının bir hikâyesidir. Fidel Castro, Doktor Che Guevera ve bugün iktidarı "kardeşten kardeşe geçti" diye dönemi anlayamadan eleştirilen, sanki birdenbire ortaya çıktı sanılan kardeş Raul Castro da bu isyanın öncülerindendir.

 

Küba’ya gitmek, bilinmeyen ve gizlerle dolu bir ülkenin sırrına ortak olmanın heyecanını doyarak yaşamaktır.

Oğlum Ozan Alkım, ben ve yazar dostum Dursun Özden’le çıkılan bu yolculuğu, Castro henüz hayattayken yapmanın bir ayrıcalığını yaşamak istiyorduk.

Şehir dışındaki hava limanından Havana’ya gidilen kısa yolculukta ne hayaller kurduğumu anlatamam. Çünkü Küba, bağımsızlık mücadelesinin yeryüzünde tek başına kaldığı ve etrafındaki tüm ülkelerin onu yalıttığı, ambargo uyguladığı ve ona rağmen hiç yılmadan emperyalizme karşı varlığını sürdüren efsane bir ülkeydi.

Kafamda yanıt bekleyen onlarca soru...

Ellerim ceplerimde bir duvara yaslandım, Santa Clara tepesinde Che Guevara için yaptırılan ve özel eşyalarının sergilendiği anıt mezarını gezerken bir ulusun yeniden doğuşunun mucizesini düşündüm. Che’nin hep yanında taşıdığı tıbbi malzemelerin bulunduğu çanta, onun kol saati, okuduğu kitaplar, matarası, tabancası ve giydiği kıyafetleri, ayakkabısı ve özel eşyalarını izlerken bir dönem ve hâlâ dünya gençliğine rehber olmuş bir özgürlük ve bağımsızlık savaşçısını saygı ve hayranlıkla gözlemledim.

 

Devrimden bu yana ne değişmişti?

Şehirler, insanlar, evler, arabalar, okullar ve devlet kurumları ve tabii ki halkın yaşama tarzı...

Bütün meydanlarda Fidel Castro’dan daha çok Che’nin resimlerini gördüm. Sokak aralarını dolaştım, açık avlulardan evlerin içini gözlemledim. Bütün duvarlarda Castro’nun değil, Che’nin resimleri asılıydı. Belli ki toplum henüz hayattayken onu, "geçmiş ve anısı yaşatılan" biri gibi görmeyi düşünmek istemiyordu.

Evet, şehirler ışıltılı değildi.

Vitrinler de albenili tüketim ürünleriyle hıncahınç değildi ama sokakta gördüğüm insanlar gayet şıktı ve yüzlerinde huzur vardı. Her köşe başında salsa oynayan gençlere rastlamak mümkündü. Müziğin ve dansın bir toplumun yaşam tarzı haline geldiğine ilk kez tanık oldum.

Kimse aç ve evsiz değildi. Sağlık ve eğitim en üst seviyede, insanlara bedava sunulan anayasal bir haktı. Minik öğrencilere küçük yaşta başlatılan etkin eğitimi görmek için okullarını dolaştım.

Eğer bir devlet vatandaşına yarınını garanti ediyorsa; onu işsiz, evsiz, eğitimsiz, kültürsüz ve aç bırakmıyorsa, hayatta başka ne istenir ki? Bunu orada çok net gördüm.

Bizim ile Kübalılar arasında muazzam bir yaşam farkı var. Belki zengin değiller ama mutlu ve sağlıklılar. Belki herkesin elinde iki telefonu yok ama teknolojiden en iyi şekilde yararlanıyorlar.

 

Peki bizler nasıl yaşıyoruz?

İçimize kaçan "tüketim canavarının" oburluğunu ve açgözlülüğünü bir ömür boyu doyuramıyoruz. Eğitim ücretli, sağlık ücretli (devlet okulları ve devlet hastaneleri sorunlu ve yetersiz), yarın güvencen yok. Kimisi iş bulamaz yarı aç yatarken, kimisi de tüketimde sınır tanımıyor. Bir ev varken, ikincisi, üçüncüsü alınıyor. Bir arabanız varken, iki yılda bir yeni modeli çıktığı için olduğu yerde değer kaybediyor. Gardıroplar ağzına kadar kullanılmayan elbiseler ile doluyken, kimimiz perişan geziyoruz.

Yoksul ile varsıl arasında kapanmaz bir mesafe oluşmuş durumda...

Vitrinlerde her şey var ama parası olan için. Seni kimse ücretli köleliğe zorlamıyor, ancak sabahın kör karanlığından akşamın karanlığına kadar gönüllü köleler olarak işyerimizdeki bize verilen kafeslerimize kendiliğinden giriveriyoruz. Hiçbir şeye yetişemiyoruz. Ömürlerimiz sürekli tüketmek ve kesintisiz para kazanmak adına paranın tutsağı haline gelmiş durumda...

Zaten artık paradan çok, dijital rakamlardan ibaret cüzdanımızın içi...

Bize sunulan en değerli armağan olan yaşam, içimizdeki ego ve tüketim canavarının isteklerini karşılamak uğruna heba olup gidiyor. Ve bu canavarı her gün besleyen reklamlar, "tüket, daha çok tüket ve at, hemen yenisiyle değiştir" düşüncesini beynimizin içine içine çakıyor.

Bunu, kapitalizm ile sosyalizmi kendi pratiğinde deneyimleyen iki toplum arasındaki “insanın mutlu yaşamasının” sırrını anlatabilmek için vurguluyorum.

 

Havana’ya gidip de Ernest Hemingway’in uğradığı ve mojito içtiği bara uğramadan ve içmeden dönülür mü? Havana’da en çok tüketilen içki olan, romdan yapılan mojitoyu hiçbir yerde bir daha içemedim.

Havana’da, gittiğimiz başka şehirlerde ve özellikle tarihi Trinidad şehrinde ilginç gözlemlerim oldu: Tek katlı evler ve sokakları doğal taşlarla döşeli kendi halinde bir şehir.

Her hafta sonu, şehrin meydanlarında akşamları insanlar komşuları ile toplanıp müzik eşliğinde dans edip eğleniyor; hem de kimse bir başkasını rahatsız etmeden ve önyargısız bir şekilde.

Şimdi siz Fatih ilçesinde veya Sultanbeyli’de bir meydanda ortada hiçbir şey yokken her hafta sonu insanların müzik eşliğinde dans edip halay çektiklerini hayal edebiliyor musunuz? Bazı yerlerde ve açık alanlarda kahkaha ile gülmenin hâlâ ayıp sayıldığı bir toplumda yaşıyoruz.

 

Evlerin kapıları ve pencereleri açık. Dışarıdan bakınca içeriyi görüyorsunuz. Birçok evde resim yapan insanlar görüyorum. Ya da toprak işlemesi yapan küçük atölyelere dönüşmüş evler.

Evet, içleri bakımsız ve bizim kırk yıl önceki halimizi andırıyor.

Tarlalar alabildiğine bakir ve işlenmeye aç.

Gördüğüm traktörlerin hepsi eski.

Bazı tarlalarda karasabana benzer aletler kullanılıyor.

Buraya uygulanan ambargonun acımasızlığını ve bir toplumu tek başına bırakmanın verdiği direncin izlerini her yerde görmek mümkün.

 

Tabii bir de bize anlatılan, puronun yapılma efsanesini görmeden olmazdı: Tütün yapraklarını ince belli melez bir güzelin bacaklarında sardığı hikâye, yüz yirmi kiloluk –ancak yalan değil, o da melez olan– bir kadının nasıl puro yaptığına ilişkin bir gösteriye de tanık olduk.

Orda bir kutu "cohiba puro" fiyatına İstanbul’da bir adedini aynı ücrete alıyorsunuz. Neyse ki tütün içen birisi değilim, benim için fark etmiyor, içenler düşünsün.

 

Küba’dan ayrılmak zor geldi. Havana hava limanında bir Türk’e rastladık: Havana’ya aşçılık yapmak için gelmiş.

"Ben çalışıyorum, siz ne için geldiniz?" diye sordu.

Dursun Özden muziplik yapıp, "Fidel Castro’yu ziyaret ettik, ona misafir olduk," deyince bizim hemşeri ne dedi biliyor musunuz?

"Tanıdığınız bir adam mı, akrabanız falan mı?"

Donduk kaldık. Sen okyanus-ötesinde, iş için gittiğin memleketin başkanını merak edip öğrenmiyorsun ya, pes doğrusu.

 

Fidel Castro’nun ölümü bir dönemim kapandığını anlatmaz bize. Onun bizim bağımsızlık mücadelemize hayranlığını ve kurtuluş savaşımızı kendilerine de esin kaynağı olarak tarif ettiğini biliyoruz.

Bu dünyadan göçüp giden sadece bedenlerdir.

Büyük düşünen ve insanlığın makûs talihini değiştirmek için yola çıkanlar, o yolda ve masum halkların yüreğinde hep yaşayacaklardır.

Dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar, bu gerçek dün de, bugün de, yarın da hiç değişmeyecektir.