Bilim insanları ve sanatçılar üzerinden bilim ve sanat üzerindeki baskıların giderek arttığı bir coğrafyada yaşıyoruz. Bilim insanları yurtdışına gitmek zorunda kalıyor. Sanatta bunların dışında yıllardır yaşanan bir olgudan söz etmek istiyorum.

Sanatta taşra ve taşra sanatı, taşralı sanatçı algısı. Bu algı sadece sanatta değil, edebiyatta da belirgin olarak görülüyor. İstanbul’un edebiyat ve sanat insanları için bir üs olduğu yadsınamaz, ancak İstanbul dışındaki şairler, yazarlar ve sanatçılara küçümsemek, küçük görmek anlamında “taşralı” benzetmesi yapılmaktadır. Daha da açacak olursak resim alanında, tamamı değilse de büyük çoğunluğu akademisyenlerden oluşan ünlüler.

Sanat dünyamızdaki (ülkemizde) bu konumlarından dolayı “ünlü sanatçı” ayrıcalığına sahiptirler ve tüm olanaklar bunlara açıktır.

Hiçbir sanatçımızı kişi olarak ayrım yapma düşüncesiyle söylemiyorum, sanata gönül vermiş, sanatla yaşayan tüm sanatçılarımıza saygı duyuyorum. Ama bir gerçeği de görmemiz gerekir diye düşünüyorum. Anadolu’da öyle sanatçılar var ki, olanaksızlar, çevre ve taşrada olması nedeniyle bilinmeden kaybolup gidiyorlar. Bir sergi açılışında şu soruyu genellikle duyuyoruz; ressam kim, tanınmış biri mi, ünlü mü? Tanınmış, ünlü olup olmaması ile peşinen sanatçı değerlendiriliyor.

Yaban çiçekleri!

Ben taşralı dediğimiz bu sanatçılarımızı, şairlerimizi, yazarlarımızı yaban çiçeklerine benzetiyorum. Dağlarda, yaylalarda, yabanda açarlar. Renk renk, kokuları dağılır gider, kimse bilmez.

Bir çiçekçi dükkânında, tezgâhlarda göz alıcı ama kokuları olmayan çiçekleri bilir, sevdiklerimize veririz.

Güzel bir türkü vardır, bilenleriniz, dinleyenleriniz vardır:

Açma yaban çiçeğim açma yalnız kalırsın

Kimsesiz başıboş sevdalanırsın

Kokunu rüzgâr çalar, rengini yağmur

Bilmeden güzelim kalakalırsın

Sevme yaban çiçeğim sevme sonra solarsın

Sesini kimse duymaz çaresizliğini

Yârin evi yakında değil, yalnız kalırsın

Güzünü baharını karıştırırsın

Yaban çiçeklerine selam olsun.