Altın yaldız çerçeveli, işlemeli ve adam boyu yükseklikteki kör kızın sırlı aynası, mavi kuşların yuva yaptığı beyaz bastonlu nice sırdaş sevdalara ve kavgalara tanık oldu.

Mutluluğun resmini yapan ressam ve şair kör kız, ürkek ve tedirgindi.

Yüzüne dokunan sırdaş ışık gölgesinde, şiirin resmini yaparken, hiç görmediği renklerin ve suretlerin, gökkuşağı şemsiyesi altındaki dansına eşlik etmenin dayanılmaz hafifliğini yaşıyordu.

Altı aydır direnen madenci eşinin ve işçi arkadaşlarının grev çadırını ziyaret edenlerin sayısı giderek azalıyordu. Patron ve adamları acımasızdı. Polis ve jandarmayı, hak arayan namuslu işçilerin üzerine saldırtıyordu. Yoksul halk çocukları iş bulamadıkları için, polis ve uzatmalı jandarma olmuştu. Onları, hak ve adalet arayan kardeşleri, babaları, akrabaları, köylüleri ve aynı sınıfın üzerine sürüyorlardı.

Metalurji ve maden işçilerinin yakından tanıdığı Süleyman Üstün Hoca, MESS'e karşı yapılan büyük grevlerde anlattığı hoş bir hikâye de çok anlamlı ve ders verici niteliğindeydi. Aslında bizim hikâyemizdeki mavi kuş, Süleyman Hoca'nın çil kekliği miydi; bilinmez.

İşçilere, artı-değeri ve sınıf bilincini anlatan hoca şöyle diyordu: "Adamın biri, kent pazarında keklik satıyormuş, Aynı pazarda başka keklik satan avcılarda varmış. Bizim adam, müşteri kapmak için, kendi kekliğinin farklı, üstün özelliklerini ve maharetlerini abartarak anlatmaya başlamış..."

Satıcı, "Şu kekliği alırsan 10 lira, bu kekliği alırsan 110 lira vereceksin," demiş. Alıcı adam bakmış ki, ikisi de aynı keklik. Sormuş adama, "Neden bu kekliğin ederi çok fazla?" diye.

Keklikçi anlatmaya başlamış: "Bu kekliği alırsın, kafesiyle bir su kaynağı başına koyarsın. Bu keklik ötmeye başlar, 'Gak gıbırık, gak gıbırık,' diye. Bu kekliğin sesini duyan tüm öteki keklikler, bu kekliğin yanına, su başına toplanırlar. Sen de çifte kırma silahınla beklediğin pusudan ateş edersin. Öteki tüm keklikleri vurusun... Al sana bir ganimet... Bu nedenle bu kekliğin ederi, diğerlerinden çok daha fazladır," demiş.

Keklik alıcısı adam, bu özellikleri olan pahalı kekliği satın almış ve hemen oracıkta, kafesi açıp kekliği dışarı çıkarmış. Kekliğin boynunu kıvırıp kafesiyle birlikte çöpe atmış. Orada bulunan öteki satıcılar ve müşteriler, hayretle adama sormuşlar: "Hemşerim, sen çok pahalıya bu kekliği satın aldın. Sonra da boynunu koparıp attın. Neden?"

Adam: "Kendi sınıfına ihanet edenlerin sonu bu olmalı," demiş.

Ve sınıf mücadelesi veren grevci emektar işçiler, onlara sesleniyordu: "Jandarma sen, ah bir bilsen, sana ne iş verdiler, bir gün gelir, zabit sana, köylünü kurşunla der."

Öte yandan, çok yüksek maaş alan ve oldukça lüks yaşayan bazı sarı sendikacılar ise; basın mensuplarını yanına alıp göstermelik slogan atarak, günü savuşturuyorlardı. O bunların farkındaydı.

Açlık sınırı altındaki yaşam tarzları, çocukların okul masrafları ve kendi zorunlu gereksinimleri için, ek iş peşindeydi o... Yüksek kaldırımlarda ve kalabalık caddelerde, ince, uzun örgülü kınalı saçlarını bağladığı, mor fuları yana atarak, kendi yazdığı destansı şiirleri okuyor ve kendi olanaklarıyla bastırdığı şiir kitaplarını satmaya çalışıyordu. O ekmek derdindeydi. Tanıdıkları sessizce kitap alıyor ve birbirine fısıldaşıyordu. O, bu olanların bazılarını duyuyor ya da hissediyordu. Ama umurunda değildi. Onurlu bir ekmek kavgası içinde olduğunu biliyordu. Kimseye bunları hissettirmeden, içten içe ağlıyor, yüreği yanıyordu. Yana yakıla eşine ve çocuklarına moral veriyor, dürüst ve onurlu yaşamanın ne kadar da zor olduğunu, grevci eşine anlatmaya çalışıyordu.

"Oysa sen bir mucizeydin, oysa ben seninle aynı grev çadırında, aynı kara demlikten çay içiyor, aynı ardıç ağacına yaslanıp göçmen kuşların dans ettiği, aynı göğe bakmaya hasretim," diyordu.

Düşe düşen ve çok uzakları gören gönül gözüyle, kör kızın sırdaş kırık aynasına yansıyan, insan ve sınıf manzarası farklı beyaz bastonların rehberliğinde yol alıyordu.

Savaş, terör, töre, baskı, sömürü, yoksulluk ve adaletsiz gelir dağılımının sorumlusu sermayenin uşakları, uçurtmayı vurdular yine... Son kuyruklu bir yıldız da kaydı yere... Bir ana çığlığı yankılandı Elvan'ın ardından: "Çocuğuma, şu gören ve işleyen hünerli parmaklarımla, üç çıtadan yaptığım kuyruklu uçurtmayı kim vurdu? Bir ekmek, bir özgür düş!.." Gök gürledi; bir ananın ekmeği, çocuğu, özgürlüğü ve düşü, yere düştü... İnsan çığlığından çığ düştü, kan damladı toprağa, aynalar çatladı, kırıldı.

Kırık aynadaki kör kız: "Köyümü anımsadım, yeniden..." dedi.

Soyadı verilirken, Aziz Nesin'e "Sen nesin?" diyen, Niğdeli gazeteci Vahap Okay'ın çıkardığı 'Kolay İlan Gazetesi'ne bir kayıp duyuru haberi gelir. İlanın başlığı şöyledir: "Kör Kızın Aynası Nerede?"

Sırdaş aynanın sırrını çözmek için, Vahap Okay, bir dedektif titizliğinde, alaycı ve meraklı üslubuyla, bu ayna meselesine açıklık getirir. Kayıp aynanın ardına düşer. Düşer düşmesine ama bir de ne görsün; "Ayna ayna, söyle benden güzel var mı?" diyen kör kızın sırdaşı olur.

Bir düğün sırasında, damattan geline armağan olarak bir ayna gelir. Odaya duvarlar boyunca oturmuş olan konuklar, aynayı elden ele geçirerek ona, daha çok da kendi yüzlerine ilgiyle bakmaktadır. Bir ara, nasılsa ayna ortadan yok olur. "Ayna ne oldu, nereye gitti?" diye tartışılırken, kadınlardan biri usulca bir ipucu verir: "En son ben baktıydım aynaya. Ben de baktıktan sonra yanımdakine verdim."

Yanındaki konuk, kör bir kızdır. Ama kör kız da aynayla birlikte yok olmuştur. Sonunda aranır, taranır ve tuvalette bulunur kaçak kız... Ayıptır yaptığı şey ama yapar işte kadının biri: Eğilip tuvaletin anahtar deliğinden içeriye bakar. Bakmasıyla birlikte fıkırdar, elini dizlerine vurarak gülmeye başlar. Sırayla deliğe uydurur gözlerini öbürleri. Köyde kadınlar röntgencilik yaparlar.

Manzara şudur: Kör kız aynada pürdikkat kendine bakıp durmakta ve aynaya baktıkça kıkır kıkır gülmektedir. Hiç kimse, kör kızın bu ayna ile sohbetini bozmayarak, onu rahatsız etmemiştir. Yayla zamanına dek, kör kız, sırdaş aynasıyla konuşmasını sürdürür.

Bilirim her yıl, her yaylaya göç zamanı, ak kayada kınalı çil kekliğin şakıdığı zaman, çam oluklu gümüş pınarın başında seni beklerdim.

Bahar serinliğinde, bize yeten soluduğumuz, tek nefeslik havaya can veren, nasırlı elinden uçup giden sevdalı kuşlar, esin kaynağım oldu. Artık dayanışan, paylaşan ve imece yapan ahilik kültürü de kalmadı bizim oralarda.

Akrabalık, dostluk, tarım ve hayvancılık da bitti. Eski sevdalar nerede? Ölüm ya da düğünlerde selamlaşma, hatırlanır oldu. Şu korona belası korkusundan, yakınlarımızın cenazesine bile gidemez olduk. Yaylaya göçen de yok... Ah can, ah!.. Düşe daldım. Yayla düşüne...

Tıpkı senin gibi ya da benim gibi her şey değişiyor. Diyalektik felsefe kuralları gereği; birbirine bağlı her şey, değişiyor ya da zıtların birliği, nicel ve nitel dönüşümlerimizi hızlandırıyor olmalı... Artık şu dünya, bir başka dönüyor. Küresel mikro düşmanla, makro güçler baş edemiyor. Sevdiklerimiz erkenden Hakk'a yürüyor. Üzülüyoruz yalnızca. "Kader" deniyor olanlara ve olacaklara... Elimizden bir bok gelmiyor... Bilindik terk ediliş, bizi çok derinden sarstı. Berduş zamanlar, o kara günleri anımsamamıza engel değildi...

Şişenin dibinde yoğunlaşan, bir merceğin gözünde toplanan güneş ışınları, tek çizgide odaklanıp, kâğıt üzerine yansıyan ve ateşe dönüşen şiir kanatlı kızıl alevler, içimizi ısıtıyordu... Elektriğin olmadığı zamanlarda, teneke soba içinde, çıtır çıtır yanarak göz kırpan ışık gölgeleri, kor ocağın etrafına üşüşen herkesin yüzünde dans ediyordu. Kör kızın aynasına yansıyan, estetik çıplaklığın yalın dansı ya da sanatsal bir görsel zikirdi bunlar.

Şiir, resim ve müzik; süzülerek, yalın ve imgesel kırılganlıkta, sıcacık, içimize sızıyordu. İçimizde ağırlaşıp ayaklarımızı yere çeken cıva kıvamındaki, ağır ve acılı anılarımızın yazıldığı "düşünce suçu" kutsal kitaplarımız, her on yılda bir kapımızı çalan "Örfü İdarecilerin" toplayıp ön-yargıladıkları o günahkâr alevlere dönüşüyordu... SEKA fırınlarında yakılan tonlarca kitap alevinde, dövülerek yakılan ve âdeta ayak bileklerimizi sıkan, gri paslı pranga demiri gibi adımlarımızı yere çekiyordu.

Tüm bu tutsak ve kuşatılmış düşsel korkuya karşın, isyankâr, şiir ateşli, boyun eğmeyen, şiir atlı yiğit süvarilerin gösterişli o çılgın dansı, iki kuyruklu yıldızın çarpışması ardından, tek ışık ve tek beden oluşlarına tanıklık eden dansçı o kızın, sırlı-sırdaş o aynada, kendini görmesiyle başladı her şey... Ve o, uyurgezer düşlerinde, kendi kendine konuşmaya başladı: "Ayna ayna, söyle bana; var mı benden güzeli?"

Kör kızın sırdaş aynasında, kendini arayan ve kendini bulmak için yollara düşen Bektaşi Derviş, dağ ova, kent köy demeden, Anadolu coğrafyasını gezmeye başlamıştı. Zaman zaman kır eşine biner ve zaman zaman da eşeğini terkisine alır, yaz kış demeden yolları arşınlarmış. Derviş Baba, Orta Anadolu'nun çok eski bir yerleşkesi olan Niğde'nin Bor ilçesinde kurulan ünlü Bor Pazarı'na gitmek üzere Karaman'dan çıkmış yola.

"Karaman'ın koyunu, sonra çıkar oyunu" özlü sözünü unutmadan, beyaz kirazın başkenti olarak ün yapan Ereğli'ye 12 km uzaklıkta bulunan İvriz köyündeki kayaya kazılı ve elinde buğday başaklı MÖ 8. yüzyıla ait Hitit kaya kabartmasında, Tuvana Kralı Warpalawas ve Fırtına Tanrısı Tarhunza betimlenmektedir. Luvi dilindeki hiyeroglif yazıda, Bereket Tanrısı'nın yazılı öğütlerin bulunduğu, bu kaya dibinden fışkıran su gözesi, savak başında ve eski İvriz Köy Enstitüsü önündeki iğde ağacının dibinde mola veren Bektaşi, yol yorgunluğunu gidermek için dinlenmeye koyulmuş.

Bolkar Dağları derinliklerinden gelen, mavi kuşların yuva yaptığı kaya kovuklarından fışkıran ve karpuz çatlatan, buz gibi soğuk suda kendini gören Gezgin Derviş, aklından bir türlü çıkaramadığı kör kızın aynasını anımsamış. Mavi kuşlar ve kör kızın aynası, Derviş'in rüyasına girmiş... Ertesi gün uyanıp erkenden yola çıkan Derviş; Çakmak, Çayan ve Alpagut bağlarını geçerek, Beş Tepeleri ve Zengenli çobanları selamlamış. Özellikle, 1939 yılı sonrası, Dersim bölgesinden gelip, ovaya yerleşen Zengenli Alevi köylüler, Bektaşi Derviş'i cemevi misafirhanesinde konuk etmişler. En güzel şekilde ağırlamışlar.

Mevlana’nın dediği gibi; "Dün dünde kaldı, geriye ne kaldı cancağızım..." diyerek, ertesi gün telaşla yola çıkan Derviş, Keçikalesi, Karakapı, Akçaören ve Yeşilyurt köylerinden sonra Altunhisar'a ulaşır. Kendisi de, eşeği de yorulmuştur. Yol kenarında bulunan bir ahlat ağacının gölgesinde dinlenmeye başlayan Derviş, eşeğinin arpasını ve samanını torbaya koyup başına taktıktan sonra, kendisi de ağacın gövdesine yaslanıp uykuya dalmış. Uzaktan gelen it ulumaları ve koyun sürüsünden gelen çan ve zil seslerini duyan Bektaşi, bir hışımla uyandığında, kuşluk vakti, güneş bir kavak boyu yükselmiş ve köylüler işe çoktan koyulmuştu.

Günlerden salı idi. Her salı, Bor'un içinden akan yaş dere kenarında kurulan, tarihi Bor Pazarı'na tüm çevre il, ilçe ve köylerden insanlar akın akın gelirdi. Tranpa (değişim) usulü, kendi ürünlerini satmak ve gereksinimi olan şeyleri satın almak için gelen insanlar, erkenden alacaklarını kapış kapış alırlardı. Geç kalanlara bir şey kalmazdı. Genelde öğleye doğru pazar sona eriyordu.

Pazarda debbağcılar (dericiler), sobacılar, bakırcılar, nalcılar, çancılar, bıçakçılar, orakçılar, makasçılar, keçeciler, yüncülerin yaptığı el emeği göz nuru her şey, hayvansal gıdalar ve mevsimsel tarım ürünleri de alınır ve satılırdı.

Bor Pazarı'nın en çok aranan ürünleri arasında Ulukışla'nın Beyağıl köyünün doğal ürünü olan Beyin ağılının sütü, yoğurdu, yağı ve peyniri çok meşhurdu... Beyin ağılının ürünleri erkenden biterdi.

Uzun yolları katedip, Bor Pazarı'na erkenden gelerek, Beyin ağılının ürünlerini almak üzere günlerdir yol alan Bektaşi Derviş, Bor'a geldiğinde pazarın bitmiş ve dağılmış olduğunu görür. Bu duruma çok kızar ve üzülür. Ve kendi kendine seslenip, Âşık Mahsuni Şerif'in şu dizelerini mırıldanmaya başlar: "Uyku tembel niyetidir, aç güzünü hayat nedir, gittiğin yol çok kötüdür, duy uyan, dost uyan..."

Kendine ve kır eşeğine kızan ve Bor Pazarı'nı kaçıran Derviş, pazarın sonunu toplayanlara sorar: "Söyleyin canlar, şimdi ben ne edeceğim? Ben bu kadar yolu boşuna mı teptim?"

Bor'un Kızılca beldesinden gelen, bir destancı ve şakacı Âşık Ahmet; Karamanlı Şair Namdar Rahmi Karatay'ın şu dizeleriyle Bektaşi Derviş'e akıl verip yol göstermiş: "Esti kavak yelleri, döndü birer iğdeye, geçti Bor'un pazarı, sür eşeğini Niğde'ye..."

Salı günü Bor Pazarı'nı kaçıran Bektaşi Derviş, salı ertesi yola koyulmuş.

İkinci Dünya Savaşı'nın sıkıntılı senelerinde, 1943-1947 arası, Kutsal Emanetlerin saklandığı Niğde Sungurbey Camisi yanında kurulan Niğde Perşembe Pazarı'na yetişmek üzere yola çıkmış. Dileriz, Bor Pazarı'nı kaçıran Derviş, bu kez mavi kuşların tünediği o kör kızın aynasında kendini görür ve Niğde Perşembe Pazarı'nı kaçırmaz.

Kör kızın sırlı aynasına tüneyip konan mavi kuş, aslında bir Anadolu Dervişi gibi yolcuları selamlayan ulu Hasan Dağı'nın, kar ile kor sevdasında; uyurgezer erenler gibi bu ulu dağın burcunda, bir de Tuz Gölü otlaklarını yurt edinen Somuncu Baba hanesine konuk olmuştur.

Eğri minareli ve çinili Ulu Cami'nin yanında, Ak bir sarayın doğu cephesinde, Kurtuluş Mahallesi'ne giden yolun solunda bulunan, Ali Baba Tekkesi penceresinden baktığınızda, Kör kızın aynasına tünemiş duran, mavi kuşu göreceksiniz.

Mavi kuşlar, yazları Helvadere ya da Keçikalesi yolu üzeri, başı dumanlı Hasan Dağı burcuna, kışları ise Ali Baba Türbesi'ne yuva yaparlarmış. Hasan Dağı burcunu selamlayan Aksaray'ın erenleri, mazlum halkların emeğine, işçi ve köylülerin hak savaşımına destek olurmuş.

Soma Maden İşçileri Grevi'ni ziyaretten dönen, Dr. Lütfi Dokuzoğlu ve Aksaray'ın en eski eczacısının oğlu ve Anadolu'nun yüz akı olan Fikret Otyam'ın yakın arkadaşı, bakkal dükkânından Anadolu Holding'e uzanan, girişimci sermayedarlığın ön adı olan Kamil Yazıcı gibi, kör kızın sırdaş aynasına bakarak, saçlarını tarayan bazı renkli kişilerin düşlerine yuva yapan bu mavi kuşun sırdaş "Kar ile Kor" öyküsü dillere destan olmuştur.

Aslında, "Kar ile Kor" öyküsü, kör kızın aynasında ve gül ibikli mavi kuşun kanatlarında yaşamaktadır. Hasan Dağı zirvesini yurt tutan Hasan Dede ile Aksaray'da yaşayan ve bir Anadolu ereni olan Ali Baba arasında sırdaş bir dostluk ve ilahi bir yakınlık vardır. Bu kutsal sırrın ne olduğunu yalnızca bu iki can derviş bilmektedir.

Zamanın birinde (İlhanlı güzeli hükümdar Hüdavent Hatun zamanında) yaşamış Hasan Dede, sırtında Taşpınar dokuma heybesi ile Aksaray'ı yurt tutmuş olan Ali Baba'yı ziyarete gelmiş. Ve heybesi içinde, yaz kış hiç erimeyen buz-kar varmış. Ali Baba'nın heybesinde ise yaz kış, heybeyi yakıp delmeyen kor ateş varmış. Bu iki eren dervişin sırrı imiş bunlar. Ali Baba, kendini ziyarete gelen, güzel insan Hasan Dede'yle hoşbeş edip karşıladıktan sonra, heybesini alıp karşı duvardaki çiviye asmış... Sohbet iyice derinleşmiş...

Bu tatlı sohbette, Saratlı'daki Bektaşi canların sorunlarından, Ihlara Vadisi içindeki mavi kanatlı kuşlardan, Gelveri'den göç eden mübadillerden, Koçaş'taki Ziraat Okulu'ndan, kuruyan Tuz Gölü'nden ve dünyanın, insanlığın iyi kötü gidişatından söz etmişler, dertleşmişler uzun süre...

Tam da bu sırada, Ali Baba Tekkesi'nin karşısında bulunan Kadınlar Hamamı'na girip çıkan endamlı kadınlar, Hasan Dede'nin dikkatini çekmiş. Hasan Dede'nin bu sohbet sırasında zaman zaman gözü, hamama girip çıkan kadınların elmas kara gözlerine, kınalı zülüflerine ve halhallı ak topuklarına kayıyormuş. Bu durum karşısında, uzun zamandır Hasan Dağı burcunu yurt tutan Hasan Dede'nin, istemeyerek de olsa, ılık ılık nefsi uyanmaya başlamış.

Ve duvara asılı heybesindeki, yaz kış hiç erimeyen kar, "şıp, şıp, şıp" eriyip damlamaya başlamış. Durumu fark eden Ali Baba, biraz üzgün, biraz da muzipçe yılışarak, Hasan Dede'ye dönüp, "Ya Erenler, Hasan Dağı'nın zirvesinde, tek başına 'Derviş' olmak kolaydır. Sıkıysa, sen gel de kadınlar hamamı karşısında 'Derviş' ol," demiş.

Bu durum karşısında çok üzülüp utanan ve acı çeken Hasan Dede, hemen ayağa kalkarak, heybesini alıp ve hızlıca, bir hışımla Ali Baba tekkesinden dışarı çıkmış. Hiç kimsenin yüzüne bakmadan, hızlı bir şekilde, doğruca geldiği yere, Hasan Dağı zirvesine gitmiş... Gidiş, o gidiştir... Bir daha Hasan Dede'yi hiç kimse görmemiş. Ve Hasan Dede'den bir daha hiç haber alınamamış.

Yıllar sonra, dağcı Zafer Yıldız, Hasan Dağı zirvesinde; Hasan Dede'nin mezarını ziyaret edip kabrini belgelemiştir. Anadolu'nun bu kutsal evliyalarının özlü sözleri ve anlamlı yaşamöyküleri kulağımıza küpe oluyor hep.

Tıpkı, "Benim Niğdelilere olan güvenim tamdır," diyen Mustafa Kemal Atatürk'ün, "Yar göğsüne sülüm dayarım," diyen Karacaoğlan'ın, 28 Ocak 1921'de Karadeniz'de katledilen 15'lerin ve Amele Teali Cemiyeti önderlerinin, Mevlana'nın, Yunus Emre'nin ve İznik Tepesi'nde yatan Sancaktar Abdulvahap Hazretlerinin acılı öğütleri gibi...

'İznik Gölü Şiir Akşamları'nda, batan kızıl güneşi ilk öpen oydu. Grev çadırı ziyaretinden dönen, İznik'in Müşküle Köyü Muhtarı'nın söylediği "Şeyh Bedreddin Destanı"na karışan ve Onat Kutlar'a esin kaynağı olan, Kara Meke Avcısı Halil Ergün'ün ağız dolusu gülüşü, İznik Ayasofya Müzesi avlusunda bulunan mavi kuşların yuva yaptığı, mermer sütunlarda yankılanıyordu. Mavi yakalıların sevda türküleri bir başka idi.

Bir mavi yakalı şöleni olan 1 Mayıs Emek, Birlik ve Dayanışma Bayramı'nı yerin altında kutlayan maden işçileri, yeryüzüne çıkamadan can verdiler. Ermenek, Zonguldak, Tunçbilek, Cizre ve başka yerlerdeki madenci ölümlerinin ardından, önlem almayan para babaları ve yetkililerin yasadışı ihmalkârlığı sonunda, Soma Maden Ocağı'nda 780 madenci hâlâ yerin altında, yavaş yavaş ölüyorlar. Ne yazık ki, bu huzmesiz ölümler ve iş cinayetleri kanıksanır ve meşru olmaktadır. Ölen madencilerin yakınları, yasal haklarını almak için yürüdüklerinde, yasadışı olarak, cop, cip, panzer, kör kurşun ve bibergazı ile karşılanıyorlar.

13 Mayıs 2014'te Soma'da, 301 maden işçisi şehit oldu. Soma Madencilik AŞ işletmesi patronu Alp Gürkan ve zamanın Çalışma Bakanı Faruk Çelik, Soma Maden Ocağı'nda, yerin yedi kat altında yanarak kömürleşip can veren madenciler için, "Ölenler çok güzel öldüler. Bu ne güzel ölümdür bu," demişti. Yazıklar olsun... Bakanın bakıp görmeyen gözlerine... Kör kızın aynasına bir bakmaları gerek.

En yüce değer olan emeği ve acıyı tekmeleyen jandarmanın zulmüne tanıklık eden ve bu zalimce yapılan işkencelerin çığlığına dayanamayıp göç yolunu değiştiren mavi kuşlar ağlıyordu.

"Aşk emek ister," dedi onlar... Yüce emek savaşımında, çalıştığı iş makinalarını gözü gibi koruyan, grev gözcüsü Proleter Memet Usta'nın, 1 Mayıs İşçi Bayramı hazırlık telaşı, "hakları, özgürlükleri ve sorumluluklarını bilen, örgütlü çağdaş yurttaş" olmanın öz disiplini kıvamındaydı.

İzmitli şair ve öykücü Ruşen Hakkı'nın başlattığı "SEKA Grevi'nde Emek Şiir İkindisi" zamanı durduran ve çılgın ressam İrfan Benli'ye, "Bu kent delirmiş olmalı," dedirten, uçuk şiir akşamlarında süzülen mavi kuşlar, grevcilere yeni müjdeli haberleri fısıldıyordu.

Beyaz martılar ile karakargaların çığlık çığlığa bağırmalı telaşlarına eşlik eden, "Hakkımızı söke söke alırız," diyerek yeni bir utkuyu kutlayan grevci işçilerin aç ve yalınayak çocukları, bayram şöleni coşkusuyla, sekerek dans ederkenki gözyaşları, "ben özgürüm" diyebilmek için mi?

Büyük Gölcük Depremi acısını unutturan bu mavi kuş eylemi, "Gün doğdu, hep uyandık," diyerek sokağa dökülüşün, yaşama dokunduğu tam o an; kör kızın aynası çatladı ve kırıldı. Emeğin ve aşkın fayı kaydı, yeniden...

Her suçu bağışlayıcı sevgi zemini çatladı, koruyan o hoşgörü zamanı... Tevfik Fikret'in "Zelzele" şiiri kanadı. Oysa her şey bitmemişti...

Tan kızılı ala şafakta, turnalar zamanı göçmen kuşlar, çok uzak diyarlara erişmek için, kanat çırparak, kıyıyı döven dalgalar ya da fırtına bulutları telaşında, topluca dans ediyordu... Ve köyümüzdeki yoksul ama mutlu, beyaz bastonsuz organik yaşamımızda, o peri bacalı toprak evin küçücük penceresine, kör kızın sırdaş aynasını çatlatan dudak izine, "öp öp zamanı" bir çift mavi kuş kondu.

Hadi güzelim, sevgimizi sebil eyleyelim...

Kör kızın sırdaş aynasını çatlatan sevgi, emek ister.

Mavi kuşların gökkuşağı şemsiyesi altında, iki kişiye tek şemsiye gerek.

Öyleyse, bize sunulan tek nefeslik şu ömür dilimi içinde, "keşke" demeden ve hiçbir şeyi ertelemeden, sırlı aynada kırılan kalbimizi onarmak için; gülüşelim, sevişelim, öpüşelim, mavi mavi...