Yirminci yüzyılın başında, çok devletli emperyalizme karşı verilen ve bağımsızlık utkusu ile taçlanan ilk ulusal kurtuluş savaşımızın ardından, Gazi Mustafa Kemal Atatürk öncülüğünde; Anadolu Aydınlanma Seferberliği’nin, Anadolu’nun bereketli topraklarını ve çalışkan yiğit Anadolu insanlarını, çağdaş uygarlık seviyesine çıkarmak için, başlatılan ilk ışıkları ve Cumhuriyet Devrimleri’nin ilk kıvılcımlarının alevidir Köy Enstitüsü Projesi.

Köyden alınan ve eğitildikten sonra köyüne öğretmen olarak atanan genç öğretmenlerin, halkı her konuda aydınlatması ve uygulamalı eğitim sistemi ile ışık kaynağı yolculuğun, kısa ama çağdaşlaşmak için bir gereksinim olan bu seferberlik hareketi; Çin, Küba, Sovyetler Birliği, Yugoslavya, Venezüela ve pek çok ülkenin, bizden esinlenerek kendi ülkelerinde uyguladığı çağdaş bir proje olarak, ülkemizde de yenilikçi eğitim ve öğretim sistemi olarak; Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği, kalkınması ve aydınlanması için çözüm olarak gündemde, yeniden.

Bu bağlamda, uzun yıllardır üzerinde çalıştığım, “Köy Enstitüsü Seferberliği” belgesel projem kapsamında; kendisiyle de özel röportaj yaptığım, 100. yaş gününde Burhaniye-Ören Kitap Fuarı’nda yanıma gelerek kitap imzalatan, Köy Enstitüsü öğretmeni olan sevgili Abdullah Özkucur’un, o zamanki öğrencilerinden bazıları, bugün aramızda olmasa da; röportaj yaptığım kimi öğretmen büyüklerimin, özet olarak heyecanlarını ve söylemlerini sizinle paylaşmak istedim.

Hasibe Güner: Niğde’ye bağlı Ulukışla’nın Darboğaz köyündenim. Köyümüz Yörük kökenlidir. Anadolu coğrafyasının doğal güvenlik kuşağı olan Orta Toros Dağları’nın Bolkar Dağı kuzey yamacında, bir derenin içinde kuruludur bizim köy. Kuvayı Milliyeci bir gelenekten geliyor bizimkiler. Köyümüz elma, kiraz ve cevizi ile meşhurdur. Bağ bozumu zamanı bizim köy meydanında, ailem bağ bozmaya gittiği zaman bağırdılar: “Çakır Mustafa senin kızı okuldan istiyorlar!” Davullarla, zurnalarla bizi topladılar. Köy Enstitüleri’nde, oraya gittiğimiz zaman anamızın diktiği ala fistan, yırtık ayakkabı ve üzerimizde yelek. Başımız bit yuvasıydı... Okulda yiyecek-içecek çantamızda hiçbir şey yokken; birisi bizi aldı, Köy Enstitüsü’ne, İvriz’e götürdü. Orada kılık kıyafet verdiler bize. Harpten yeni çıkmış ülke. Yiyecek yok, giyecek yok. Bir kalemi dörde bölüp, uçlarına kamış takarak ders yaptığımızı bilirim. Kamış. Dörde böldük kalemleri, o dörtte birine kamışı taktık, elimiz rahat çalışsın diye. Boya bulamazdık resim yapmak için, boya yoktu. Çiçek yapraklarıyla ve bitki kökleriyle çizdiğimiz resimleri boyardık. Yani yokluktan varlık nasıl yapılır... Ve düşünebiliyor musunuz? Kendi ürettiğimiz ekmeği ve yiyecekleri, kendimiz yiyoruz. Tarlada kendimiz fasulyeyi, patatesi ağabeylerimiz ekiyor, dikiyor ve biz de topluyoruz, yemeğini yapıp yiyoruz birlikte. Fazlasını satıyoruz. Köy Enstitüleri bize, aklınıza gelen her şeyi öğretti. Samimi olarak söylüyorum. Şimdi ben duvar ustalığı yaparım, duvar örerim ben. Nitekim Ulukışla’da okul müdürüyken, kümes yaptım. Kümesin duvarını ben kendim ördüm. Bize bunların hepsini öğrettiler... Tüm yokluklara karşın, dayanışma içinde, birlikte yaşama kültürünü öğrendik...

Perihan Balkı: Ben Ulukışla Kuvay-ı Milliye komutanı ve cephede çok büyük yararlıklar yapmış olan Şevki Alpagut’un kızıyım. Adım Perihan Balkı. Bazen baba soyadımı da kullanıyorum. Perihan Alpagut Balkı. 1970 yılında evlendim. Babamın soyadı Alpagut’tu, ben ondan sonra eşimin soyadını alarak Balkı oldum. Şimdi hem babamın soyadını kullanıyorum, hem de eşimin soyadını. Kuvayı Milliyeci Uğur Ünal, Sümer Ünal’ın dedeleri oluyor. Onunla birlikte babam Kuvay-ı Milliye’yi kuruyor. Babam, “Ben çok gencim, siz başkan olun, sizin adınızla toplanalım” diyor. Bütün icraatı babam yapıyor ama. Kuvayı Milliye başkanı olarak, Pozantı harbini kazanıyorlar. Fransızların meşhur yenilmez komutanını esir alıyorlar ve Kayseri’ye götürüyorlar. Hanımı da Türkiye’de komutanın. O da Ulukışla’ya geliyor ve anneme misafir oluyor. Bizim halkımız o kadar Ali-cenab ki, kocası esir oldu diye hanıma baklavalar, börekler yediriyor. O yokluk içinde. Sonra Kayseri’ye gidiyor hanım ve yazdığı mektupta; “Türkler o kadar iyiler, o kadar iyiler ki, bana esirliğimi unutturdular...” şeklinde mektup yazıyor. Bu mektupların müsveddeleri bizde vardı ama çocukluğumuzda kıymetini bilemedik. Büyük Atatürk, 1937 yılında Hatay’a giderken, Ulukışla Tren Garı’nda durdu ve bize el salladı. O zaman heyecandan çok ağladık. Mutlu olduk. Unutamadığım çok özel bir anıdır benim için... Şimdi Atamızı daha çok arıyoruz... Ah, Atatürk ah!..

İjlal Albagut: İkinci Dünya Savaşında Almanlar Türkiye’yi işgal etmek için geliyor diye, okulu erken tatil ettiler. Biz de imtihanlar sonrası sınıfımızı geçtik ve halamlarla beraber bir trene bindik, Niğde’ye geldik. “Almanlar, İstanbul’a geliyor” diye, öyle korkulu bir durum vardı. Edirne Öğretmen Okulu’nu da işgal olacak diye, İstanbul Çapa’ya getirdiler. Hocaların da, talebelerin de bir doktoru vardı. Doktor, çocuklar uyuz olmasın diye, her gün tatlı verirlerdi. Doktorumuz ve müdiremiz ak saçlı Rabia Hanım diye, çok hanımefendi ve disiplinli biriydi. Neyse okulu da pekiyi dereceyle bitirdikten sonra Ulukışla’ya geldik. Ulukışla beni çok sevdi, benim memleketim zaten. Akrabanın birisi çocuğunu getirmişti, kaydettirmek için. Kızına gitmiş demiş ki; “İstanbul’dan bir muallim hanım gelmiş; bir keleş, bir keleş ki...” Oranın tabiriyle. Komşusu “Kim demiş İstanbullu o. Şevki dayının kızı” demiş. Bütün anneler kızlarını bana getirdiler. Kızlarla beraber anneleri de beni çok sevdi. “Ah bizim kızımızı sizin gibi öğretmen olsa...” Ben Ulukışla’ya öğretmenlik sevgisini aşıladım. 10 sene kaldım. Ayrılmak istemedim. 10 sene o çocuklarla haşır neşir, ben eve gitmezdim o çocuklarla müsamereler yapardım. Oynardım, eğlenirdim. Fevkalade bir ders yapardık... Babamın vazifesi dolayısıyla, hayatımız Niğde’de geçti diyebilirim. İlkokulu Niğde Sakarya İlkokulu’nda, 4. Sınıfa kadar orada okudum. Sonra Ulukışla’ya geldik. 5. Sınıfı Ulukışla’ da okudum. Ve unutamadığım bir şey, hatıramda var. 5. Sınıftayken beni “Cumhuriyet Kızı” yaptılar. Kağnı arabasının üzerinde bir dünya, dünya üzerinde ben, benim elimde de Atatürk’ün bir büstü. Bayramda bir şiir okudum. O şiiri hâlâ unutamıyorum.

Naciye Makal (Mahmut Makal’ın eşi): Aksaray Demirciköy’de, okula gittiğim zaman okulun pencereleri, Hasan Dağı’na bakıyordu. Okul Müdürümüz Ali Yalman ve sonradan eşim olan Mahmut Makal ile birlikte, köylülerin her derdine derman oluyorduk. Her sabah ilk işim Hasan Dağı’na bakmak olurdu. Çok güzel bir muhteşem manzarası vardı. Yaz kış kar olurdu başında. Yazın ahtapotun kolları gibi, derelerdeki karlar, bembeyaz yol yol görünürdü. Benim çok hoşuma giderdi. Sonraki senelerde yazın, o karların yok olduğunu gördüm. Benim çalıştığım senelerde, o karlar yaz kış dururdu. O da çok muhteşem bir manzaraydı. En çok özlediğim de Hasan Dağı‘dır Aksaray’da... Eşim Mahmut Makal, “Bizim Köy” kitabını burada yazdı.

Hatice Yalçın Gürer: Davul zurna eşliğinde bizi köyden topladılar ve Ereğli’deki İvriz Köy Enstitüsü’ne götürdüler. O zaman okulda bize 4 övün yemek veriyorlardı. Mükemmeldi, yani yemeklerine hiçbir kusur bulunmaz. Hatta, yemekler biraz az oluyor diye, arada bir kuru üzümde veriyorlardı. Ondan sonra yemek saati gelince doyardık. Sabah kahvaltısı mükemmeldi. Akşam ve öğlen yemeği de mükemmeldi... Uygulamalı eğitim ve öğretim görüyorduk. Bizimle giden bazı kız arkadaşlar okuldan kaçtılar. Pişman oldular. Ama biz sabrettik ve köyümüze öğretmen olarak geldik.

Rukiye Mine Kayra: Ben nüfus kâğıdında Ruhiye Kayra, 1932 Kadıköy doğumluyum. Kültürlü bir aileye doğdum. Herkes okuyordu, herkesin odasında kütüphane vardı. Ben de çok erken okumaya başladım. Ailede öğretmen çoktu, siyasetçi de çoktu. Ailede çok kişi vardı, çalışan kişi azdı. Çünkü herkes okuldaydı. Köy Enstitülü öğretmenlerimiz bize çok şey öğretti. Şu anda yaşadığım Ankara Balgat Huzurevi’nde boş durmuyorum. Burada ne yapıyorum? Burda ilk yaptığım şey, insanlara bir şeyler üretmenin ne kadar güzel bir şey, mutluluk getirdiğini göstermek için, küçük bir vitrinim var. Vitrine yazılar koyuyorum, yaptığım şeyleri koyuyorum. İnsanlar hevesleniyorlar, geliyorlar, konuşuyorlar. Onları teşvik ediyorum, mutlu oluyorlar. Ben bebekler üretiyorum. Onlara yöresel kıyafetler giydiriyorum. Benim bebeklerim belgesellik. Bebeklerin üzerinde halk motifleri var. Anadolu kıyafeti, bir yelek ve bir şalvar değil, çok zengin kıyafetlerimiz var... Öğretmenlerimden öğrendiğim her şeyi burada yaşlı insanlara öğretiyor ve onların da bir işe yaradıklarını öğrenmelerini sağlıyorum. Çok mutluyuz burada.

Huriye Saraç: Enstitülerde eğitim sistemimiz çok güçlüydü. Biz 8 yıllık eğitimi, 5 yılda bitirdik. Yılda bir ay iznimiz vardı. Bu da değiştirmeli giderdi. Ağabeyler ağustos, eylül ve ekimlerde giderdi. Büyük sınıflar anne babalarına yardım etmesi için giderlerdi. Biz küçük sınıflar sonra giderdik. Okulumuzun her işini kendimiz yapardık. Otları yolardık, mercimek ve nohut ekerdik. İnekleri sağardık. Tavuklarımızı, her şeylerimizi kendimiz yapar, atlarımıza bakardık. Hasat sonu, bunlardan çıkanlarla da yer içerdik. Yani kendimiz eker, kendimiz biçerdik. Derslerimiz gayet verimli geçerdi. Genel kütüphanemiz vardı. Çok zengin ansiklopedilerimiz, kitaplarımız ve dünya klasiklerinden çevrilmiş eserlerimiz vardı. Ve hep okurduk. Bilen bilmeyene öğretirdi. Hepimiz köy çocuğuyduk. Bazı şeylerde dilimiz, bazı şeylerde ellerimiz yatmazdı. Ama birbirimize hep gösterirdik. Bizim hitap sistemimiz abla, ağabey demekti. Bir sınıf büyüklere ağabey, abla diyorduk; küçüklerimiz de kardeşlerimiz oluyordu. Onların sökükleri, yırtıklarıyla, yaralarıyla, tırnaklarını kesmekle, kesemeyenlerin saçlarını taramakla, taramayı yapardık. Derslerini beceremeyenleri becertirdik, gösterirdik, yanlarında otururduk. Hiç boş bir zamanımız yoktu. Hep doluydu. Sanki binlerce çocuklu bir baba-ana, bir aile gibiydik... Pek çok müzik aletini çalmayı öğrendik.

Ali Yalman: 11 Ağustos 1926 doğumluyum. Niğde ili, Ulukışla ilçesinin Darboğaz Köyü'ndenim. Köy Enstitülerine öğrenci alınıyordu. Darboğaz’dan 14 kişi Köy Enstitülerine gitmek üzere hazırlandık. Dayım Çürük Süleyman bizi okula götürdü. Okul Kayseri’nin Pınarbaşı'na bağlı Pazarören’de. Bizi bir eski binaya yerleştirdiler. Binanın adı da Gülcemal. Bizden bir sene evvelki arkadaşlar alelacele yapmışlar o binayı. Bizi oraya yerleştirdiler. Hava çok soğuk. Pazarören’de uzun yayla iklimi hâkim. Yazlar sıcak-kurak ve kışlar çok soğuk ve sert geçerdi. Tam da zamanında vardık oraya. Biraz zorluk çektik. Isınma söğüt odunuyla yapılıyor. Büyük teneke sobalar vardı. O da, ya yanıyor ya yanmıyor. İyi bir şey değil. Önceleri ekmek Pınarbaşı'ndan geliyordu. Bildiğime göre, on beş kilometrelik bir yol. Ekmeğimiz oradan geliyor. Fırın yok. Ekmek kızakla geliyor. Çok fırtınalı olan günlerde, kızak gelemiyor. Ekmek de gelemiyor. Ne zaman ki hava düzeldi, o zaman geliyor. Biz o zamana kadar ekmek bekliyoruz. Zaten 1942’de, filan bize yevmiye 150 gram ekmek veriyorlardı. Biraz kıtlık vardı. Zorluk çektik... Daha sonraki zamanda ise, kendi buğdayımızı ve patatesimizi kendimiz ektik ve ekmeğimizi de kendimiz yaptık... Ama Köy Enstitüsü disiplini ve aydınlanmacığında, bizler ve Türk halkı tüm zorlukları yenmesini bildi... Köylerimize öğretmen olarak döndüğümüzde, okulda öğrendiklerimizi hakla da öğrettik. Tarım, demircilik, yapı ustalığı, arıcılık ve halka okur yazarlık başta olmak üzere, her şeyi öğrettik. Bizim sayemizde Anadolu’da okur-yazar oranı arttı. Halkın devletine olan güveni ve desteği de çoğaldı.

Cemal Aydın: Ben 1927 doğumlu, Veysel oğlu Cemal Aydın. Bir zamanlar dedem rahmetlik, Güney Köyü’nden gelirken Çaykavak Geçidi’nden aşağıda, çeşmenin başında elini yüzünü yıkamış, hayvanı da su içmiş. Orada üç tane araba durmuş. Arabanın birinden General Fevzi Çakmak inmiş. Fevzi Çakmak’ı üç sene evvel trenle Adana’ya geçerken, Ulukışla’da görmüş dedem. Fevzi Çakmak’ı görünce oyalanmış, gelsin bakalım paşa diye. Ve gelmiş Paşa, dedemin omzuna elini koymuş; “Çiftçi baba nasılsın?” diye hal hatır sorduktan sonra, ”buranın suyu azalır, çoğalır mı?” demiş. Dedem de, ”taşlar yansa azalmaz, dünyayı su götürse çoğalmaz. Bu pınar mucize paşam” demiş. Paşa; “Okuryazarlığın var mı?” demiş. Dedem; “Yok” demiş. Arkasından Paşa; “Hükümetle aranız nasıl baba, memnun musun?” diye sormuş. Dedem; “Hamdolsun yaşanacak bir devire geldik, ama ekini biraz gevrettik.” Sakalını göstermiş dedem; “Gazımız da yok ama adaletin şavkında oturuyoruz...” demiş.

Hak, hukuk ve adalet; bu gün de en çok gereksinim duyduğumuz bir şey mı? Köy Enstitülerinde de okutulan, 1934 baskı tarihli Atatürk döneminde hazırlanan bir kitap okuyorum. Yurttaşlık Bilgisi kitabı. Kitabın başında, yurttaş şöyle tanımlanıyor: “Yurttaş; Hakları, özgürlükleri ve sorumlulukları olan çağdaş bireydir.”

Anadolu’nun aydınlık yüzü Köy Enstitüleri, bize “yurttaş” olmayı öğretiyordu. Ama yarım kaldı.