İbrahim Abilov (1882-1923), Azerbaycan Sovyet Halk Cumhuriyeti'nin ilk Türkiye Büyükelçisi’dir. Güney Kafkasya Sovyet Federatif Cumhuriyetini de temsil etmiştir. Bu Federasyon, Azerbaycan - Gürcistan ve Ermenistan'ı içine alan bir idari yapıydı. Abilov 12 Ekim 1921 tarihinde Ankara’ya gelmiş ve 23 Şubat 1923''te İzmir'de öldürülmüştü (!)...

Mustafa Kemal Paşa'nın dostu ve güvendiği bir diplomattı. Henüz Türkiye Cumhuriyeti kurulmamıştı. Ama Sovyet Rusya ile Azerbaycan Sovyeti, TBMM'yi bir devlet kabul ederek, Ankara'ya Büyükelçi göndermişlerdi. Mustafa Kemal Paşa'nın emperyalizme karşı verdiği mücadeleyi destekleyen, Sovyet Rusya’nın maddi yardımlarını sağlayan kişilerin başında İbrahim Abilov geliyordu. Azerbaycan Sovyet Halk Cumhuriyeti'nin Cumhurbaşkanı Dr. Neriman Nerimanov ile birlikte, hem Azerbaycan'ın kardeş yardımlarını, hem de Sovyet Rusya Federasyonu’nun yardımlarını sağlamakta öncü rol oynamıştır.

İbrahim Abilov; 1881 yılında Azerbaycan’ın Nahcivan Özerk Cumhuriyeti’nin, Ordubad şehrinde doğdu. Ahter Okulu’nda eğitim görürken, babasının vefatı üzerine eğitimini yarım bırakarak, ailesini geçindirmek için çalışmaya başladı. 1903 yılından itibaren Mahaçkala ve Bakü'de amelelik yaptı. Bakü’de çalışırken, devrimci harekete katılarak, Azerbaycan Sosyal-Demokrat Örgütü "Hümmet" bünyesinde faaliyet gösterdi. 1912 yılında "Bakü Hayatı" Gazetesinde editör olarak göreve başladı.

Siyasi çalışmaları yüzünden Rus Çarlığı tarafından defalarca gözaltına alınan İbrahim Abilov, Tiflis'te Menşevik "Hümmet" teşkilatının önemli isimlerinden biri olarak tanındı. 1918 yılının sonlarında Bakü Azerbaycan Halk Cumhuriyeti Parlamentosu’na milletvekili olarak seçilerek, Sosyalist Fraksiyonuna başkanlık etti. 1920 yılında Bakü "İskra" Gazetesi’nin editörü oldu.

1920 yılında Azerbaycan'da Sovyet Hakimiyeti kurulduktan sonra, Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti İçişleri Bakan Yardımcısı görevine atanan Abilov daha sonra, 1921 yılında Azerbaycan’ın Türkiye Büyükelçiliği’ne atanarak, “Sovyet-Türkiye, Azerbaycan-Türkiye” dostluk ilişkilerinin geliştirilmesinde büyük bir rol oynadı. Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında çok yoğun bir şekilde yaşanan Türk-Rus Savaşlarına rağmen; İbrahim Abilov’un verimli diplomatik faaliyeti ve doğrudan katılımı sayesinde, Sovyet Cumhuriyetleri ile Genç Türkiye Cumhuriyeti arasında, bir çok anlaşma imzalandı ve Sovyet Cumhuriyetleri’nden Türk Kurtuluş Savaşı’na sempati ile bakılmasını sağladı.

İbrahim Abilov’un Hatıratı ve Sırlı Ölümü

1918 yılında Bakü Milletvekili olarak parlamentoya seçilmiş ve Sosyalist Grup Başkanlığına getirilmiştir. 1920 yılında Azerbaycan Ruslar tarafından işgal edilince Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti kurulunca İç İşleri Bakan Yardımcılığı görevine getirilmiştir. Ankara hükümetinin Moskova Hükümeti ile ilişkileri geliştirmesi üzerine 1921 yılında Azerbaycan’ın Türkiye temsilcisi ve Büyükelçisi olarak Ankara’ya atanmıştır. 25 kişilik bir kadro ile Türkiye’ye Trabzon yolu ile Ankara’ya gelmiştir.

İbrahim ABİLOV’un ölümünden sonra yayınlanan hatıralarında şunları yazmaktadır:

“Anadolu’nun her kesiminden halkın bizimle ilgili tutumu içten ve kardeşçedir. Trabzon’dan Ankara’ya kadar tüm şehir ve köylerde çok sıcak karşılandık ve kabul edildik.”

Azerbaycan Büyükelçilik Heyeti, Ankara’ya gelince Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları tarafından sıcak bir ilgi ile törenle karşılanır ve misafir edilirler. Azerbaycan Büyükelçilik Binasının açılış törenine Mustafa Kemal Paşa ve maiyeti bizzat katılarak, Mustafa Kemal Paşa tarafından Azerbaycanlı Türk kardeşlerimizin destekleri ve İbrahim ABİLOV’un samimi katkılarından dolayı teşekkürlerini bildirir ve Azerbaycan Bayrağını Elçilik binasının gönderine çeker. Azerbaycan heyetinin kalacağı ve çalışacağı bina ile Büyükelçi İbrahim ABİLOV’un ailesinin ikamet edeceği bir ev Cebeci semtinde temin edilir. İbrahim ABİLOV’un kızı bu evde dünyaya gelir ve Mustafa Kemal Paşa, Anakara’da doğan bu nur topu gibi güzel bebeğe “Anadolu” ismini layık görür. Atatürk, İbrahim ABİLOV’a imzalı bir fotoğrafını hediye etmiştir. Anadolu Hanımın 2004’de hayatta olduğunu ve Bakü’de ikamet ettiğini öğrenmiştim ve kendisini evinde ziyaret etmiştim. İbrahim ABİLOV, Ankara ve Moskova Hükümetleri arasındaki ilişkilerin gelişmesi ve yürütülmesi için çok çalışmış ve Türk İstiklal Savaşına Rusya’daki Müslüman Türklerden maddi ve manevi destek sağlamak için gayret sarf etmiştir.

Atatürk, Abilov ile...

1922 yılı Ağustos ayında Büyük Taarruzu başlatmak üzere, Mustafa Kemal Paşa ve Karargahı, plan gereği Akşehir’de askerler arasında düzenlenen futbol maçı bahanesi ile Ankara’dan ayrılırken; yabancı istihbarat elemanlarını atlamak için, yerine kendisine çok benzeyen Yb. Mehmet Arif Bey’i bırakır ve Akşehir’e doğru yola çıkarken, yanında İbrahim ABİLOV vardır. Heyet Konya’ya uğrar ve Mevlana Türbesini ziyaret ederler. Mevlana türbesinde yaşlı bir kadın elinden tuttuğu küçük bir erkek çocukla birlikte ağlayarak dua etmektedir. ”Allah’ım bizi mahcup etme, son evladımı da Mustafa Kemal’in ordusuna teslim ettim, o da ağabeyleri gibi şehit olsun da yeter ki vatanımız kurtulsun, ezanımız susmasın, bayrağımız inmesin.” İbrahim ABİLOV, kadının yanına yaklaşır ve elini öperek ona moral verir, asker anası beş oğlundan dördünün cephelerden dönmediğini son kalan oğlunu da vatan savunmasına gönderdiğini söyleyince İbrahim ABİLOV, bu kadının duasına ve konuşmasına şahit olunca, “İstiklal Harbinin kazanılacağına iman ettim ve Türk Ordusunun başarılı olacağına inandım” diyor.

İbrahim Abilov’u Kim Öldürdü?

İbrahim ABİLOV, zaferden sonra İzmir İktisat Kongresi’ne katılmak için İzmir’e gider ancak, 23 Şubat 1923 günü İzmir’de kaldığı otel odasında zehirlenerek öldürülür. Bu olay gizli tutulur. Türk Kurtuluş Savaşına büyük yardımları olan İbrahim Abilov, İzmir İktisat Kongresi metninin hazırlanmasında ve TKP yanlısı İlk Emek Örgütü olan “Amele Teali Cemiyeti”nin çalışma yaşamıyla ilgili istekleri ve 1 Mayıs İşçi Bayramı gibi konuların bu metinde yer almasını sağlamıştır.

İbrahim Abilov’un bilinmeyen bu ölüm nedeni olarak iki olasılık iddia edilmektedir: Bunlardan biri: Türkiye’nin batı yanlısı (Kapitalist) bir yol izlemesini isteyen İngiliz ve Amerikan istihbarat örgütleri ve yerli işbirlikçilerine göre; 1917 Ekim Sovyet Devriminden önce, sırasında ve sonrasında; Menşevikler ile Bolşevikler arasında kıyasıya mücadele vardı. Devrimi gerçekleştiren Bolşevikler oldu. Menşevikler, Sovyet devlet yapısında temizlendi... Atatürk’ün yanında yer alan Lenin ve ekibi de Bolşevik olduğu için; Sosyal Demokrat ve Menşevik gelenekten gelen Azeri Türkü kökenli İbrahim Abilov’u, Sovyet casusları öldürdü iddiası, bir olasılıktı. Ama yalnızca bir iddia bu...

Öte yandan; Sovyetler Birliği Devlet Başkanı Lenin ile Atatürk arasında gelişen iyi komşuluk ilişkileri ve emperyalist-kapitalist sisteme karşı, iki ülkenin ortak kazanımlarının korunması ve geliştirilmesinden rahatsız olanlar; Türk Kurtuluş Savaşındaki, Sovyet desteğini sağlamak için Anakara’da bulunan, Sovyet askeri ve diploması uzmanların varlığı ve cephelerde Atatürk’ün yanında olmasından huzursuz olanlar (bunların arasında Atatürk’ün yakınında olan komutanlar yanı sıra, Topal Osman, Celal Bayar ve Dr. Tevfik Rüştü Aras)’ın, (28 Ocak 1921’de, Karadeniz’de TKP’li Mustafa Suphi ve 14 Yoldaşını katleden); Padişah taraftarı ve Komünizm karşıtı Kapitalist Üretim İlişkisi yanlısı, batılı ve yerli istihbaratçıların öldürdüğü iddia edilmektedir. Bu tür karanlık oyunların ardından çokça üretilen komplo teorileri, karanlıkta kendini arayan Kör Kızın Aynasıdır...

Her koşulda ve her nedenle olursa olsun, bu kirli oyunu nefretle kınıyoruz. Türk Kurtuluş Savaşının büyük destekçisi, Atatürk’ün ve Türk halkının çok yakın dostu olan İbrahim Abilov’un anısı önünde saygıyla eğiliyoruz... 14 Mart 2004’de kendisini Bakü’de ziyaret ettiğim İbrahim Abilov’un biyolojik ve Atatürk’ün manevi kızı Anadolu Adilova ablanın anıları, annesi Tamara’nın tembihli sırdaş yaşamı, pek çok şeyi aydınlatacak bilgi ve belgelerin yükünü taşıyordu...

Hatıraları ölümünden sonra Dr. Zarife DULAYEVA tarafından “Vatanım Türkiye” adıyla Bakü’de yayınlanmıştır. Kurtuluş savaşı yıllarında bazı sivil Azeri soydaşlarla çekilen çok sayıda fotoğraflarda, Atatürk’ün yanında oturan kalpaklı zat İbrahim ABİLOV’dur.

İbrahim Abilov; 17 Şubat-4 Mart 1923 tarihleri arasında İzmir’de toplanan, İzmir İktisat Kongresi’ne katılmak üzere İzmir’e gelmiş ve bilinmeyen nedenlerden 23 Şubat 1923 tarihinde, İzmir’de kaldığı oteldeki odasında zehirlenerek öldürülmüştür... Bu olay üzerine Atatürk, İzmir İktisat Kongresine 3 gün ara verdirmiş ve Hindistan’tan getirilen mumyacılara Abilov’un bedeni mumya ile kaplatılmıştır. Eşi Tamara ve İki kızı ile birlikte, bir gemiye konan Abilov’un cesedi Batum’a gönderilmiştir. Atatürk’ün çok yakın dostu olan ve Milli Mücadelemizde büyük katkısı bulunan ve aslen Azerbaycan Türkü olan İbrahim Abilov’un bu tür karanlık ölümü, Ata’yı çok üzmüştür. 1921’de Ankara’da doğan ve adını Atatürk’ün koyduğu İbrahim Abilov ile Tamara Abilova’nın kızı ANADOL, Atatürk’ün manevi kızı olarak Bakü’de yaşarken, kendisini evinde ziyaret etmiştim. Anadol Adilova ablanın oğulları Mustafa ve Kemal ile de tanıştım. Anadol Adilova, Bakü’de 2010 yılında manevi babası Atatürk’e kavuştu. Mustafa Kemal Atatürk’ün yakın dostu olan İbrahim Abilov ile birlikte, Milli Mücadelemize katkı sağlayan, Sovyetler Birliği Ankara Büyükelçisi S. Aralov, General Frunze, Amiral Brunov ve Savaş Strateji Uzmanı Voroşilov’u da selamlıyoruz...

Frunze’nin Türkiye Anıları

Moskova’dan Samsun’a, Samsun’dan Taksim Meydanı’na Çıkan Bir Kızıl Ordu Generali yanı sıra; Anadolu Milli Mücadelesine destek vermek üzere, Anadolu’ya gelen ve Giresunlu Topal Osman ve adamları tarafından Karadeniz’de boğularak öldürülen Mustafa Suphi ve Onbeşler’i de anmak gerekli. Taksim Meydanı’nda 1928’de açılan Cumhuriyet Anıtı’ndaki heykelde yer alan; iki Sovyet Komutanından birisi olan Mihail Frunze; 2 Şubat 1885'te doğmuştu ve Kızıl Ordu'nun kurucularından biriydi. Ordu’nun kurucularından olan Ukraynalı Devrimci Mihail Vasilyeviç Frunze’nin Türkiye için önemi şudur: Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurtuluş Savaşı’na yönelik Sovyet desteğine bir teşekkür idi.

Frunze; 1921 sonlarında Trabzon’dan Samsun’a, oradan da Ankara’ya geçer. Bolşevik Hükümeti ve Ukrayna’yı temsilen Ankara Hükümetiyle işbirliği anlaşması imzalar. Frunze, Kurtuluş Savaşı’nın anti-emperyalist yönüne dikkat çeker. Ankara Direnişini sınıfsal açıdan, 1905 Rusyası’na benzetir. Ancak, bir yandan da sınıfsal atmosferin çok daha farklı olduğunu belirtir. Frunze’nin Lenin’e gönderdiği bir raporda şu doğru tesbit yapılmıştır: “Ankara Direnişinde, ulusal yön ağır basmaktadır; bir sınıf ayaklanması söz konusu değildir. Çünkü Anadolu’da ne bir ‘Burjava Sınıfı’ ne de ‘İşçi Sınıfı’ yoktur. Yarı Feodal ve yoksul köylü kökenli ama yurtsever bir Anadolu halkı vardır... Bu halkın bağımsızlık ve kurtuluş mücadelesinden “Sosyalizm” beklemek doğru olmaz... Her koşulda, Mustafa Kemal Paşa’nın başını çektiği Anadolu Direnişine destek olunmalıdır...” demektedir.

Samsun’da dolaşırken, çevresinden duyduğu kadarıyla Rum isyanlarını anlatır. Kendisi ilerleyen günlerde, yollarda hem Türklerin Rum köylerine yönelik ve hem de Rumların Türk köylerine yönelik katliamlarına tanık olur. Daha sonra döner dolaşır, Türkiye’nin Müslümanları içindeki etnik dağılıma gelir konu. Frunze, Kürtleri ve Alevileri (metinde ‘Kızılbaş’ diye geçiyorlar) anlatır. Yol üstünde bir Kürt köyüne denk gelirler. Çokça yakılmış yıkılmış Türk ve Rum köyü görürler. General, Türk-Rum çatışmasını emperyalistlerin oyunlarına bağlıyor. Yollarda yalnızca Rum ‘çeteciler’in izine rastlamakla kalmıyorlar; Türk ve Çerkes asker kaçaklarıyla da karşılaşıyorlar. Bir köy düğününe denk gelirler, Frunze geline para ve altın takar. Bir başka molayı bir Çerkes köyünde verirler. Burada yaşlılar hâlâ Rusça konuşmaktadır. Bu köyün yaşlıları, diğer köylülerden farklı olarak savaşın artık bitmesini istemektedir. Yunanistan’ın Rumlara ve Çerkeslere kendi himayelerinde bir ülke vaadi ise geri tepmiştir. Frunze, Çerkes Ethem hakkında yazar, onu hain olarak ilan edene kadar hükümetin kurdurduğu TKP’nin üyesi olduğunu belirtir.

Anadolu’daki Türk, Rum, Ermeni tüm köylerde hemen hemen tüm erkekler askerdedir. Geride kalan yaşlılar, gaziler, kadınlar ve çocuklar sefalet koşullarında yaşamaktadır. Yine de köyler, Ankara Hükümeti’ne vergiyi aksatmamaktadırlar. Frunze’ye göre herkes savaştan yorulmuştur, ancak başka çıkar bir yolun da kalmadığını düşünmektedirler. Yunan Ordusu teknik üstünlüğe sahip olsa da, Frunze’ye göre; moral üstünlüğü Türk tarafındadır.

Ankara Hükümeti ile Bolşevik Hükümeti’nin birbirlerine ihtiyacı vardı. Pragmatik nedenlerle işbirliği yapmak durumundaydılar. Ancak, TBMM’nin gizli oturumlarında Bolşeviklikle ilgili hiç iyi şeyler söylenmediğini görürüz. O, “Komünizm tehlikesi” vurgusu yapılmakta ve dinsizlikle bir tutulmakta; Müslüman ülkeler için, geçerli olamayacağı vurgulanmaktadır. Pragmatik bakan kimi vekiller ise, Sovyetlerin ‘etinden sütünden yararlanma’ yanlısıdır, ne de olsa Sovyetlerin rejim ihracı gibi bir talebi bulunmamaktadır.

Öte yandan, bu oturumlardan birkaç gün sonra Trabzon’a’a gelen, Türkiye Komünist Partisi kurucu başkanı Mustafa Suphi ile 15 yoldaşının, 28 Ocak 1921’de Trabzon açıklarında boğularak öldürülmesi, siyasal tarihimizin en vahşi cinayetlerinden biri olarak anımsanmaktadır. Bolşevik yanlısı TKP Genel Sekreteri Mustafa Suphi ve 15 yoldaşı Karadeniz’de, 1921’de katledilmişlerdir. Bunun üstünden yaklaşık bir yıl geçmiş olmasına karşın; Frunze’nin hatıratında, Onbeşlerin hiç sözü edilmez. Bir kez Ankara Hükümeti, anti-emperyalist ilan edilmiştir ya, gerisi teferruat gibi görünür belki de...

Taksim Anıtındaki bir diğer kişi ise; Mareşal Kliment Yefremoviç Voroşilov'dur. Voroşilov Taksim Anıtı'nda Fevzi Çakmak'ın, Frunze ise İsmet İnönü'nün arkasında durur. Taksim Cumhuriyet Anıtı, İtalyan heykeltıraş Pietro Canonica'ya yaptırıldı. Yapımında Hadi (Bara) Bey ve Sabiha (Bengütaş) Hanım da çalıştı. 8 Ağustos 1928'de açılan anıtın, kaide ve çevre düzeni mimar Giulio Mongeri tarafından yapıldı. “Frunze, M.V. (1978). Ukraynalı Devrimci Lider Frunze’nin Türkiye Anıları.”

Frunze’nin ilginç bir yol anısı

Frunze’nin Türkiye anılarındaki demiryolu ulaşımına yönelik verdiği bilgileri ve anılarını buraya aktararak tarihe not düşmek istiyorum. Sovyetler Birliği Kurucu Devlet Başkanı Lenin’in özel talimatıyla, olağanüstü elçi sıfatıyla Ankara’ya gönderilen General Mihail Vasilyeviç Frunze İtalyan gemisi Sannago ile Batum’dan yola çıkarak 26 Kasım 1921 de Trabzon’a gelir.

Trabzon’da dört gün kalan Frunze, 1917 yılı başlarında özellikle Ekim Devrimi sırasında, Rus Ordusu’nun Trabzon’dan Van Gölü’ne kadar 700 kilometrelik geniş bir cepheye yayıldığını, Batum-Trabzon arasına deniz kıyısı boyunca döşenecek askeri demiryolu için, getirilmiş malzemenin geri çekilirken limanda bırakılmış olduğunu görür.

“Bütün bunların savaşta yedek olarak kullanılacağını düşünerek memnun olduk, ancak limana rastgele yığılmaları hoş değil ”der. Hemen hemen yüz kadar dekovil lokomotifin, pek çok vagonun, binlerce traversin, sayısız ray gibi pek çok değerli malın beş yıldan beri burada paslanmakta, çürümekte olduğunu, yalnız kısa bir süre önce bu malzemenin bir kısmının Sivas-Samsun arasında kurulması planlanan demiryolu için Samsun’a götürüldüğünü dile getirir.

29 Kasım 1921’de Trabzon’dan Rus gemisi Georgiy’le yola çıkan Frunze, 25 saat sonra Samsun’a varır. Samsun’dan 2 Aralık 1921’de karayolu ile yoluna devam eder. Trene binecekleri 5 saat uzaklıktaki Yahşihan’a gitmek üzere, Keskin’den 12 Aralık 1921’de saat 10.00’da ayrılırken yağan yağmur gece kara çevirmiş ve beyaz örtü ile doğayı kaplamıştır.

Nehrin sağ kıyısındaki yamaçta birkaç ev vardı. İstasyon burasıydı. İstasyonun yakınında Kızılırmak’ın üstünde büyük beton ayaklı bir demir köprü yapılmıştı. İstasyondan yarım gün ilerdeyse oldukça büyük bir köy vardı, Yahşihan adında.

Yağmur dinmişti bu arada, İstasyonda bizi başında askeri komutanı yaşlı bir binbaşının bulunduğu yöneticiler karşıladı. Buraya köprünün ve istasyonun korunması için piyade askerlerinden bir şeref kıtası yerleştirilmiş. Giyimleri oldukça kötü, yüzleri solgun ve gevşek. Onlara Türkçe selam veriyorum. Anlaşılan böyle bir şeyi hiç beklemiyorlardı ki; silkinip canlandılar hepsi birden. Kısa bir selamlama ve komutanın karşılığından sonra kıta, düzgün tören yürüyüşü ile geçti önümüzden. Askerlerin kimi çadırda, kimi de çarçabuk kuruluvermiş toprak kulübelerde kalıyor.

İstasyon binasına giriyorum. Dar ve pis bir yer burası. Ankara’ya ertesi gün sabahtan önce gitmemizin olanaksız olduğunu, çünkü daha oradan bizi karşılayacak olan Ankara Hükümeti’nin delegesinin gönderilmediğini söylediler. Delege Ankara’dan bir gün önce yola çıkmış, ama tren yolda arıza yapmış ve delege yolda bir yerde kalmış.

İstasyonda piyade bölüğünden başka başlarında bir subay bulunan ufak bir de atlı jandarma müfrezesi var. Bize karşı son derece kibar ve dikkatli davranıyorlar.

Saat: 6’da akşam yemeği verdiler. Her şey çok basit ve yoksuldu. Hemen hiç sofra takımı yoktu. Ama bütün bunlar o yürekten samimi davranışlarla gideriliyordu. İçtenlikle bizdeki durumlarla, kurulumuzun görevleri gibi konularla ilgileniyorlar, Kızıl Ordu’nun onlara yardım edip etmeyeceğini soruyorlardı.

Ukrayna hakkında bilgileri çok az. Rusya ile bir bütün olarak düşünüyorlar. Ancak tarih, etnografya, coğrafya açılarından yaptığımız uzun açıklamalardan sonra anlayabiliyorlar. Sabahleyin çok erken kalkıyoruz. Güzel, bulutsuz bir gün. Sabahtan biraz ayaz vardı, galiba ısı eksi 1-2 dereceye kadar düşmüştü. Ankara’dan gönderilen kurulun başkanı geldi yanımıza. Bu yirmi sekiz yaşlarında genç biriydi. Fransızcayı çok iyi konuşuyordu. Yurtdışında bulunmuştu. Mecliste özel kalem müdürlüğü yapıyormuş. Adı Hasan Bey’di. Onunla birlikte Milli Savunma’dan bir temsilci ve bir memur daha gelmiştir.

Karşılıklı selamlaştıktan, sigaralarımızı içtikten sonra yola çıkma hazırlıklarına girişiyoruz. Tren bizim için hazırlanmış, istasyona gelmişti. Tramvay tipinde üç küçük vagondan ibaretti trenimiz. Lokomotif tendersiz ve küçüktü. Tren Türk bayrakları ile süslenmişti. Türk bayrakları arasına bizim Ukrayna bayrağı da yerleştirilmişti. Saat sekizde hareket ediyoruz. Artık binerken ve ilk yerlerimize yerleşirken güvenlik için özel bir tedbir alınmasına gerek görülmemişti. Az sonra gerçekler en kötü kuşkuyu bile geride bıraktı.

Hareketimizden daha on beş dakika bile geçmemişti ki, vagonumuz bir o yana bir bu yana sallanmaya başladı. Çok kötü bir kaza olabilirdi. Neyse ki lokomotif durdu ve biz vagondan dışarı sağ salim atladık. Anlaşılan tren raydan çıkmıştı. Gerçekten de şansımız varmış. Ta dibinde köpükler saçarak gürleyen bir nehrin aktığı dik bir uçurumun en dik ve tehlikeli yerinde durabilmiştik. Bize eşlik edenler bozulmuşlardı, üzüntüden sersem gibi olmuşlardı. Biz hemen onları avuttuk, böyle şeyler her zaman olabilir diye. Ortalığı düzenlemeyi de kendi üzerimize aldık. Neyse vagonlar küçüktü, bu yüzden kolayca başardık yeniden raya oturtmayı. Yeniden koyulduk yola, ama saatte ancak 44 kilometre-saat hızla gidebiliyorduk. Yol Kızılırmak kıyısında kıyıya dik uçurumlarla inen dağlık arazide ilerliyordu.

İki yanda korkunç vahşi görünüşe karşın, son derece şahane bir manzara vardı. Pek çok tünelden geçtik. On altı kadar vardı sayısı. Tünellerin çoğu küçüktü, ama bazıları çok düzgün ve büyüktü. Bir tanesinin uzunluğu 421 metre vardı. Demiryolu setleri ve tünelleri ilerde normal şimendifer yolu olarak kullanılabilmesi için sağlam yapılmıştı. Yol arkadaşlarımız bütün yol gibi bu büyük tünelin de Türk mühendisleri tarafından yapılmış olduğunu anlattılar onurla.

Bütün tedbirlere karşın kısa bir süre sonra bir kez daha çıktık raydan. Bu kez de kurtuluyoruz ve hiçbir vagon yamaçtan aşağı yuvarlanmıyor. Yahşihan’dan 30 dakika ilerde Kızılırmak Nehri’nden karşıya geçiyoruz. Çok eski ahşap bir köprü bu. Asıl tren yolu köprüsü daha hazır değil. Gerçi bu bölge hareket için açık bölge sayılıyor, ama tamamlanması için kısa bir süre daha gerekiyor. Hemen hiçbir yerde istasyon binası yok. İstasyon binası yerine çadır ve barakalar yapılmış. Su pompalama yeri de yok. Derelerden yararlanıyorlar. Bu dereler hemen demiryolunun kenarına yerleştirilmiş silindir şeklindeki özel sarnıçlara akıyor. Arazi hemen hemen Ankara’ya kadar dağlık, ağaçsız ve ıssız. Tek bir köy bile yok görünürde. Yolun ikinci yarısında son derece hızlı gidiyoruz. Zaman zaman saatte 18-20 kilometre hıza ulaşıyoruz. Buralarda öyle daha önceki gibi dik dönemeçler kıvrımlar yok. Dümdüz bir arazi üzerindeyiz.

Ankara’ya 10 kilometre kala küçük, ama hızlı ve gürültüyle akan bir dere vadisine geliyoruz. Bu Ankara’nın içinden akan iki dereden biri, vadi başlangıçta çok dardı, ama giderek genişliyor. Tüm vadi iyi işlenmiş, sürülmüş tarlalar, bostanlar, bahçelerle kaplı. Pek öyle çeşitli ağaç yok. Söğüt kavak, meyve olarak da dut, elma, ayva ve erik var. Sık sık üzüm bağlarına rastlıyoruz.

Sonunda asıl kente yaklaşıyoruz. Birden hiç beklemedik, 1 kilometreden daha yakınımızda beliriverdi şehir. Kentin görünüşü son derece güzel, koni biçiminde bir dağın yamacına kurulmuş. Dağın kuzey doğu kesimi daha önce gördüğümüz dereye kadar dik inen yamacı dışında öteki yamaçlarını olduğu gibi sarmış evler. Dağın tepesinde eski Roma Çağından kalma bir kale var. Surları ve kuleleri ile Ankara’nın üzerinde havada asılı gibi duruyor sanki. Alçak yerlerde gölgeler vardı. Kentin beyaz evlerinin, beyaz minarelerinin ve kale duvarlarının üstüne vuran güneş ışınları, şimdi daha parlak ve daha güzel bir görünüm kazanmıştı. Manzara gerçekten de eşsizdi.

Ama ne yazık ki, kentin içi hiç de dışardan göründüğü etkiyi uyandırmıyor. Saat tam 4’de Ankara Garı’na giriyor trenimiz. Gar, kentten hemen hemen bir kilometre uzağa kurulmuş. Burada bizi son derece görkemli bir karşılama töreni bekliyordu. Pek çok kalabalık, askerler, bando, güzel bayraklar...

Vagondan çıkıyoruz ve bizi karşılayan Dışişleri Halk Komiseri Yardımcısı Hikmet Bey ve Ankara Valisi ile selamlaşıyoruz. Sonra askerlere doğru yürüyoruz. Teftiş ederek askerlere ve halka bir tören konuşması yapıyorum. Ben konuşmaya başlayınca kalabalık dört bir yandan bana doğru ilerliyor ve düzenli bir sıkışıklık oluşturuyor. Anlaşılan bu tür şeyler pek olmuyor burada. Konuşmam pek sıcak karşılanıyor. Gerek askerler gerek halk bizi sevinçle alkışlıyor. Biz alkışlar ve sevgi sesleri arasında garın çıkışına doğru ilerliyoruz. Orada bizi bir araba bekliyor. Kalabalığın arasında pek çok kadın da vardı. Bu kadınlardan biri anlaşılan oranın düzenleme görevlilerinden biriydi, bizi tam kapıda karşıladı. Yüzü yarı açıktı. Başını eğerek selam verdi. Arabamıza oturduk ve yola koyulduk...

Ankara’nın Beyaz Evleri

Demek oluyor ki; Ankara’da, Balıkpazarı’ndaki evler gayri Müslümler tarafından demiryolunun Ankara’ya ulaşmasından çok önce diğer evler ise, demiryolunun ulaşacağı gün boyanmış ve beyaz boyalı evler, Frunze’nin 1921’deki gelişine kadar beyaz boyalı kalmışlar.

Moskova Kızıl Meydan’daki Lenin Mozolesi’nin hemen arkasındaki bir mezarın, İstanbul’daki Taksim Anıtı ile ilgisini de aktarmadan geçmeyelim.

Taksim Anıtı’nda bulunan bir sırrı tarih dergileri yıllarca neden yazmadılar? Bu sırrın doğmasına neden olan kişi Atatürk müydü? Tarih: 9 Ağustos 1928. Taksim’deki Cumhuriyet Anıtı açıldı. Yani bugün bildiğimiz adıyla “Taksim Anıtı” İtalyan heykeltıraşı Pietro Canonica’nın yaptığı anıttaki Cumhuriyeti sembolize eden figürler anlatılıyor; Atatürk, İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak’tan bahsediliyor. Ama bir sırrın üstü örtülüyordu.

Taksim Anıtı’nda, Atatürk’ün arkasında iki Sovyet generali duruyor: General Mihail Vasilyeviç Frunze, Mareşal Kliment Yefremoviç Voroşilov ve Kafkas Sovyetleri Büyükelçisi İbrahim Abilov’da yer alıyor. Yukarıda, Sovyetler Birliği Ankara Büyükelçisi Aralov ve İbrahim Abilov hakkında kısa bilgi vermiştim. Peki, kim bu generaller?

General Mihail Vasilyeviç Frunze

Sovyetler Birliği tarihi içinde önemli bir yere sahipti. Bir çiftçi çocuğu olarak 1885 yılında Bişkek’te dünyaya geldi; 19 yaşında Bolşevik Parti’ye katıldı. Siyasi faaliyetlerinden dolayı yükseköğrenimini yarıda bırakmak zorunda kaldı. 1906’da Lenin ile tanıştı. Tutuklanarak kürek cezasına çarptırıldı. 1916’da firar etti. 1917 Devrimi’nde Minsk ve Batı Cephesi ordularına komutanlık etti; devrimin zaferle sonuçlanmasında büyük rol oynadı. Devrimin ardından başlayan iç savaşta da çok kritik roller oynadı.

Kızıl Ordu Başkumandanı Troçki tarafından, Doğu Cephesi’nin komutanlığına getirildi. 1920 yılında Güney Cephesi’nin başına geçti. 1921’de Merkez Komite üyesi, 1925’te ise Sovyet Devrimci Askeri Konsey Başkanlığı yaptı. 31 Ekim 1924’te ülser rahatsızlığı nedeniyle yattığı ameliyat masasından bir daha kalkamadı. 40 yaşındaydı. Frunze’nin mezarı, Kızıl Meydan’da, Lenin Mozolesi’nin arkasındaki Kremlin duvarındadır. Ölümünün ardından doğduğu şehir Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’in adı Frunze olarak değiştirildi. Ne var ki Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra, şehre tekrar Bişkek adı verildi. General Frunze, bizim tarihimiz açısından da önemli bir yere sahipti.

Lenin’in özel talimatıyla, olağanüstü elçi sıfatıyla 13 Aralık 1921’de Ankara’ya geldi. Onuruna düzenlenen mitingde yaptığı konuşma büyük etki yarattı. Millet Meclisi’nde konuşma yaptı. Frunze, Mustafa Kemal’le yakın ilişki kurdu. Sakarya cephesini gezdi. 5 Ocak 1922 günü arkasında iyi duygular bırakarak ülkesine döndü.

Mareşal Kliment Yefremoviç Voroşilov

1881’de Vernhiy-Ukrayna’da yoksul bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Maden işçiliği yaparak eğitimini zorlukla bitirdi. 1903’te Rus Sosyal Demokrat Partisi’ne girdi; 1906’da Bolşevik delegesi olarak Stockholm Kongresi’ne katıldı. Birkaç defa tutuklandı ve sürgüne gönderildi. 1917 Devrimi’nden sonra Petrograd Savunma Komitesi Başkanı oldu. 1918’de Ukrayna 5. Kızıl Ordusu’nu kurdu. 1925-1940 arasında Halk Savunma Komiserliği yaptı. II. Dünya Savaşı’nda Leningrad savunmasını yaparak Hitler’in kenti ele geçirmesini önledi. Savaş sonunda mareşalliğe yükseltildi ve 1947’de Politbüro üyesi oldu. 1953-1960 arasında; Yüksek Sovyet Prezidyumu Başkanlığı (Cumhurbaşkanlığı) yaptı. 1969’da öldü.

Mareşal Kliment Yefremoviç Voroşilov’un bizim için önemi ise şuydu: Ulusal kurtuluş savaşının sürdüğü yıllarda, askeri bilgisiyle savaşın taktik ve stratejisine katkıda bulunması amacıyla Ankara’ya gönderildi. Atatürk ve Milli Mücadele Komutanlarına, taktik ve strateji katkısı ile faydalı olmuştur...

Siyasetçi, teorisyen ve yazar olan; Kızıl Ordu Başkumandanı Lev TROÇKİ tarafından, Mustafa Kemal Paşa’ya destek vermek için; 1921 yılında Ankara gönderilen Aralov, Frunze ve Voroşilov gibi Sovyet diplomat ve askeri uzmanların, Türkiye anıları mutlaka okunmalıdır...

Troçki Kimdir?

Sovyetler Birliği Hükümeti’nin, Anadolu Milli Mücadele direnişine ve Ankara Hükümeti’ne yaptığı yardımların, örgütlü bir şekilde Trabzon ve İnebolu Limanlarına ulaşmasını sağlayanlardan biri de; Lenin’in en yakın yoldaşı olan Troçki’dir. İstanbul Büyükada’dan komşumuz olan Troçki’yi kısaca tanıyalım...

Asıl adı Leon Davidoviç Bronstein olan Troçki; 7 Kasım 1879'da Güney Ukrayna'nın Yenovka köyünde doğdu. 1896'da Nikolayev'de Sosyalist düşüncelerle tanıştı. 1897'de Rusya İşçi Birliği adlı gizli örgütü kurdu. Çar polisince tutuklanıp, Sibirya'ya sürgüne gönderildi. 1902 yılında ‘Lev Troçki’ takma adını kullandığı sahte pasaportla Viyana'ya, oradan da Londra'ya kaçtı. 1905 Şubat Devrimi’nde St. Petersburg'a dönüp İşçi Sovyeti Başkanlığına seçildi. Devrimin yenilgiye uğramasıyla tutuklanıp yeniden, 1907’de Doğu Sibirya'ya sürüldü. 1917 Ekim Devrimi’nde Moskova'ya döndü. Dışişleri Komiserliği, ardından da Savaş Komiserliği'ni üstlenip Başkumandan sıfatıyla Kızıl Ordu'yu kurdu. 1924'te Lenin'in ölümünden sonra, Stalin'le giriştiği iktidar mücadelesini kaybetti. 1926'da Politbüro'dan çıkartıldı. 1928'de Kazakistan başkenti Alma Ata'ya, bir yıl sonra da 1929’da Türkiye'ye sürüldü. Troçki, 1929-1933 yılları arasında İstanbul Büyükada’da yaşadı ve en verimli, en huzurlu dönemini burada geçirdi. Burada 4 yıl içinde çokça kitap yazdı. 1933’te Fransa'ya, sonra Norveç'e kaçtı. 1937'de Mexico City'ye yerleşti. Meksika’da ünlü ressam Salvador Dali evinde yaşarken; 21 Ağustos 1940’ta, bir İspanyol Komünisti olan Ramon Mercader tarafından, başına kazmayla vurularak öldürüldü. Türkiye’yi, özellikle İstanbul Büyükada’yı ve Türkleri çok sevdiğini anılarında yazan Troçki’nin eserlerini, uğruna büyük ödünler verilen ideolojiler ve gerçek yaşamda özgürlük tanımı içeriğinde, farklı bir algı ile okumakta yarar vardır...

Lev Troçki’nin görevlendirdiği, Sovyetler Birliği Ankara Büyükelçisi S. Aralov’un, Sovyet Rusya’nın; Ankara Hükümeti ve Milli Mücadelesine yaptığı ve yapacağı yardımlar için; Sovyetler Birliği Devlet Başkanı Viladimir İlyiç Ulyanov Lenin’e, kendi el yazısı ile gönderdiği bir mektubun orijinalidir:

Т. Ленин!

Нужно дать туркам предполагавшуюся часть «второй половины взноса» (1 мил. 100 000 р.), сказав им ясно и определенно, что пока мы, к сожалению, не в состоянии дать больше в виду постигшего Россию голода. Что касается заготовленного уже оружия, тоже дать.

Сталин. 7/XI.

...

“Yoldaş Lenin!

Türklere Rusya’daki açlık durumunun daha fazlasına el vermediğini söyleyip, ödemenin 2. yarısının dünüşülen bölümünü (1.100.000 ruble) vermeliyiz. Aynı şekilde hazır olan silahları da vermemiz gerek!..”

S. Aralov. 7 Haziran 1921. (Çeviri: Soner Önal )

KAYNAKLAR

Frunze’nin Türkiye Anıları / Çeviren: Ahmet Ekeş.

Kebikeç Dergisi, 2001/11 sayı, 278. sayfa.

Seyhan Çağla Emen, Manisa’da Denge Gazetesi, 30 Ağustos 2017.

Atatürk’ün Azerbaycanlı Kızı, Anadolu Adilova, Azatam Yayınları, Bakü, 2003.

"Atatürk’ün Manevi Kızı Anadolu ile Röportaj", Dursun Özden, Azernews Gazetesi, 14 Mart 2004, Bakü.