Üç ayın muhasebesi mi? Gidişim sessiz oldu ama dönüşüm muhteşem olacak mı? Hem nalına hem mıhına yazı mı?

Başlık konusunda bayağı bir çelişki yaşamış gibiyim. Son tahlilde ortadaki arabeskvari değil, tamamen arabesk söylemde karar kılmışım. İlk aklıma düştüğünden olsa gerek. Aratıyorsun Google’da “geri dönüşüm” diye karşına çıkan, çevre için diye duyguları sömürüp kâğıt toplayıcılarının bile üç kuruşluk çerçöpüne göz koyan değil el koyan, o da devlet gücüyle sineğin yağını çıkaran sermaye sınıfı.

Başlık üzerine bu upuzun girizgâhtan sonra gelelim tarihin belki de ilk defa şahit olduğu böyle despot bir kararın ardından geçen üç ayın bir nevi muhasebesine (kutsal üç aylar değil haaa).

Savunmam alınmadan görevden uzaklaştırılmıştım ya, ilk yarıdan sonra alındı savunmam. Şu acil hekimlerini poliklinik uzmanlarının yargılaması ya da incelemesi o kadar abes ki? Acili kendi poliklinikleri gibi zannediyorlar. Bilmiyorlar acili. Zaten benim ifademi (savunmamı) alan doktor hanım benim üç ay görevden alınmamı benden savunmamı alır iken öğreniyor. Siz randevu ile bakıyorsunuz, biz ise direkt acile dalan herkese bakıyoruz. Bu bile acili anlamak için kâfi bir veridir. Doktor hanım sohbetimizin bir yerinde benim neden acilde çalışmayı tercih ettiğimi, neden başka yerde çalışmadığımı sordu. Doktor hanım, tüm saygımla soruyorum: Özgür irade diye bir şey var, ondan haberiniz var mı? Hani adına ÖZGÜR İRADE denen şey.

Yöneticilerin, bürokratların biz çalışanlara karşı ellerindeki tek ekmek hasta şikâyetleri. Doktoru şikâyet etmenin en az 50 yolu, yöntemi var. Daha e-nabızı açar açmaz size soruyorlar “memnun musunuz aldığınız hizmetten” diye. Onlar yetmez ise herhangi bir sosyal medya platformundan linç edebilirsiniz doktoru.

Yazdım ya, poliklinik gibi bakıyorlar, hadi adını koyalım, acil yeşil alana. Diyelim ki randevu alıp gittiğiniz poliklinik bile tam bir sistemik muayene yapıyor mu?
Daha çok yazardım bu görüşmeyi ama yazıyı boğmak istemiyorum bu musibet görüşmeyle.

Efendim neymiş, ben hastaları polikliniğe, aile hekimlerine yönlendiriyormuşum. Aciliyetini ortadan kaldırıyorum ya, yetmez mi? Hem poliklinikler randevu almadan gelen hastalarına, ASM’ler doktoru yoksa, izinli ise ya da ev gezmesi gününde ise, acil bir durumu olsun ya da olmasın demiyorlar mı “acile git” diye? Onlar soruşturuluyor mu, peşin peşin cezalandırılıyor mu? Benim düşüncem bu ve bunu uygulamaya geçiyorum diye eziyete uğruyorum. Bunu kabullenmemi kimse beklemesin.

Doktorlar için “giderlerse gitsinler” diyenleri herkes biliyor. Onu söyleyenlerin pervasız yandaşları ve bu gitmeye zorlama eyleminin gereğini yerine getirenler de var. Bunlar bir taraf. Bir de gerçekten samimiyetle sevdiği insanın zarar görmesini istemeyenlerin söylediği bir “git buralardan” sözü var. Beklentileri bizim en geneli ile okumuşların başka ülkelerde daha rahat edeceği şeklinde olan, samimiyetlerinden kuşkumun olmadığı bu dostlarım bir taraf oluşturmuyor “giderlerse gitsinler” diyenlere karşı. Ancak mücadele ederek bir karşıt taraf olabiliriz onlarla.

Üç ayımın nerdeyse ilk yarısını kamuoyu oluşturmaya adadım. Bu çabamın sonucu en az yarım düzine yayın kuruluşunda bir düzineden fazla benim haklılığımı, uğradığım haksızlığı tescilleyen haber-yorum yazıları çıktı. Bu süreçte nerdeyse kimseye çatmadım, Whatssapp durumlarına cevap vermedim, tweet atmadım, tweet’e cevap yazmadım... Kalemimin değil klavyemin keskinliğini okurlarım bilir. Bunları içime iyilik kaçtığı için değil herkesin desteğine ihtiyacım olduğu, herkesin arkamda olması gerektiğini düşündüğüm için yapmamayı tercih ettim. Mesele üzerinde yoğunlaşmak, dikkati dağıtmamak için yazma ve sosyal medya orucuna girdim âdeta.

Bunun istisnası diyebileceğim tek olay ise verilen bir sözün tutulmaması üzerine yeterince bekleyip kalp kırıcı diyebileceğim bir söylem gerçekleştirmemdir. Ama şu da var ki o kalp kıran söylemden sonra verilmiş söz gerçekleşmiştir.

İstisna diyebileceğim iki paylaşımımdan biri Covid’in Eris varyantı ile ilgili TTB’nin uyarı nitelikli açıklaması, diğeri nerdeyse aynı gün üç hekimin hayatına son vermesi ile ilgili yine TTB’nin açıklamasıydı. Görüldüğü gibi hayati konularda orucumu bozmuş oldum.

Sıfırdan kamuoyu oluşturma çabamda Kanal D ile görüşmemi aktarmadan geçmeyeceğim. Randevuya biraz gecikmeli gelince ekip, ben sohbete başlamak maksatlı “nerden geliyorsunuz”dan sonra, saf saf “park yeri sorunu yaşadınız mı” diye soruyorum. Boru mu, koskoca Kanal D, orta akımdan kısmi yandaşlığa geçmiş en köklü kanallardan muhabir, muhabir asistanı, kameraman ve o park sorununu halleden ulaşım sorumlusu olmak üzere dört kişilik ekiple geliyor. Röportaj bitti, anons geçmek denen şeyi yapıyor muhabir uzaktan otobüs bekleyen bana yüksek sesle “18 yıllık hekimdiniz değil mi” diye soruyor. Benden tezcanlı durakta bekleyen hiç tanımadığım biri “evet evet, 18 yıllık doktor” diye benim yerime cevap veriyor.

Şu doktor şikâyetlerine ve sosyal medya hesaplarında doktor linçlerine bir değineceğim. İşini severek yapan, severek doktorluk yapacak kimseleri görmek istiyorlarmış. Soruyorum bir kere, siz işinizi severek mi yapıyorsunuz, her ne iş yapıyorsanız? Günümüz Türkiye’sinde işini severek yapan kaç kişi bulabilirsiniz? Sevmek çok göreli bir kavramdır ve belirteçleri onu açığa çıkarır. Ben bunca zaman bir an önce görevime dönmek çabasında isem, bu, görevimi sevip sevmemem konusunda fikir vermez mi?

Şok edici tebligatı aldığımda, aldığım ilk tavsiye örgütlü yapılara başvurmamdı. Bu önerinin de ışığında ilk haberdar ettiklerim örgütlü yapılardı.

Sürecin sonunda gözlemlediğim ise, belki yine biraz kalp kırıcı olacak ama kurumların tutuk kalmalarıydı. Şöyle ki, bir olguyu değerlendirir iken sonuçları ile de bir yargıya varmak mümkündür.

O sonuçlar birçok öneriye rağmen hastane önünde etkili bir eylemin, basın açıklamasının yapılamaması ve bu üç ayın egemenler, kararı alanlar açısından eninde sonunda geçmesidir. Kurum temsilcilerinin ya da sorumlularının dürüstlüğünden zerrece şüphem yoktur. Tutukluğun yegâne sebebi diye açıklayabileceğim şey ise, uğradığım haksızlığın tarihte başkaca örneğinin olmaması olabilir.

Ben de bu konuda çaba harcayabilirdim, lakin gücümü kamuoyu oluşturmaya seferber ettim. Sonuç itibariyle oluşmuş olan kamuoyu, nihayetinde sol kamuoyudur. Sağ demeyeyim ama sağcı iktidar belirlenimli arkadaşlar tüm iyi niyetlerine rağmen pek bir etkinlik gösterememiş gibi geliyor bana.

Sayılı gün çabuk geçer demişler.

Çok mu uzun oldu, ama üç ay da uzundu.

Neyse, geldik sona. Solcu eskilerinden sağcılara da bulaşmış. Memleketten, memleket insanından umudu kesmek, sağda solda, yazabildiği her yerde, Whatsapp durumunda mahkûm ettiği o belki hiç yaşanmamış ihaneti, değer bilmezliği, nankörlüğü ve bunlara maruz kalmış gibi serzenişleri bende hiç ama hiç göremeyeceksiniz. Evet, belki değil kesin bu uğradığım haksızlığın karşısında sırf bir komünistin burnu sürttü diye çok sevinen, içlerinin yağı eriyenler olmuştur ama fazlasıyla gündem yaratmamla, kamuoyu oluşturmamla bunların sesi hiç çıkamamıştır ya da benim kulağıma gelmemiştir. Ama beni, ama arayarak, ama mesaj atarak, ama hakkımda çıkmış haberi kendi imkânları ile paylaşarak, ama kendi dili döndüğünce, eli kalem tutabildiğince kendi cümleleri ile destek olanları hatırladıkça bende bu halka olan güven ve inanç hiç bitmeyecek.

O arayarak bir maddi ihtiyacım olup olmadığını sorana, mesaj atarak, Whatsapp durumuna haber koyarak, sosyal medyasında imkânı ölçüsünde destek olana da, işyerinde gündeme getirerek kendi kurumunu kendi çabası ile harekete geçirerek destek veren, sağcısından, cemaatçisinden, devrimcisinden sol görüşlüsüne, akrabasına, arkadaşına, sözlü ve yazılı geçmiş dileklerine sonsuz teşekkürlerimi tekrar tekrar ilelebet şükranlarımı sunarım. Yine de unuttuklarım var ise onlardan özür dilerim.

En sona sakladım ama assolistler sonda çıkar. Her fırsatta işyerinde, her boşlukta sorana-sormayana, dili döndüğünce, gücü yettiğince umutsuzluğa kapılmadan beni anlatan, haklılığımı yorulmadan dirençle nakşeden eşime en büyük teşekkürlerimi sunarım.

Son söz:

BİZ BOYUN EĞMEZUK!