John Steinbeck'in ünlü romanı Fareler ve İnsanlar'ı çoğumuz okumuş ya da mutlaka adını duymuşuzdur. George ve Lennie'nin başından geçen muhteşem bir öyküdür romanda anlatılan. Bir çiftlikte geçen bu öyküde insanlık dersini en can alıcı yanıyla ele alır Steinbeck.

Lennie, iriyarı, oldukça güçlü, en zor işlerin üstesinden gelen ve en ağır işleri kolaylıkla yapabilen ama aynı zamanda saf, çocuksu ve kendi başına düşünüp hareket edemeyen bir yapıya sahip olduğundan gücünün de farkında değildir ve bu yüzden sevgisinin de şiddetini ayarlayamaz.

"Farkına varmadığımız her şey bizim en büyük hatamız olmaya başlıyor," der Kafka. Ve belki de zaman zaman bizim en büyük hatamız, farkına varmadığımız sevgimizin gücü ve şiddeti. Sevgimizi abarttığımızın farkına bile varmadan, karşımızdaki insanı boğmaya, nefessiz bırakmaya ve yaşam alanını daraltmaya başlıyoruz.

Kimi zaman koruma içgüdüsüyle, kimi zaman gereksiz bir kıskançlık kriziyle, daha çok sahiplenme duygusuyla karşımızdaki insanı esir aldığımızı, görünmez bir zincirle bağlamaya çalıştığımızı fark edemediğimiz gibi, verdiğimiz zararın da boyutu hakkında hiçbir fikrimiz olmuyor; çünkü bunu iyi niyetle yaptığımızı, sevgimizi göstermek ve ona kendisini değerli hissetmesini sağlamaya çalıştığımızı düşünüyoruz. Oysa durum hiç de düşündüğümüz gibi değil.

Özünde, değişken ve hareketli olan insan, kısıtlamalara, esarete ve zincirlere dayanamaz. Bir süre sonra o zincirleri, kuralları ve etrafına örülen duvarları, size ve kendisine zarar verme pahasına kırmaya başlar. Eğer sevgimizi ya da aşkımızı vermemizin ana fikri karşımızdaki insanı korumak, kollamak ve incitmemekse, aynı zamanda incinmemekse, öncelikli olarak yapmamız gereken şey, sevgi dilini değiştirmeye başlamak olmalı. "Bu aşkı mezara kadar götüreceğim," yerine, "Yaşadığım sürece seni hep seveceğim," ya da "Senin için ölürüm," değil de "Seninle yaşamak çok güzel," dediğimizde daha yaşanılası olur hayat.

"Lennie nedir o elindeki?"

"Elimde bir şey yok George."

Hayır Lennie, var! Çabuk at elinden o ölü fareyi."

"Ama çok tatlı George."

Sanırım meselenin özü, kimsenin, yaptığının yanlış veya kötü olduğunun farkında olmaması. Konuştuğumuzdan ve düşündüğümüzden farklı hareket ediyoruz. Delicesine bir tutkuyla aslında kendimizi esir ettiğimizin farkına varamıyoruz. En başta dediğim gibi, farkına varmadığımız her şey bizim en büyük hatamız oluyor.

Aşk, gerektiği zaman gözü kara ve cesur olmak, gerektiğinde ise kendini geri çekebilmeyi başarabilmek demektir.

Yeri geldiğinde sessizce uzaklaşıp bir kenara çekilebilmeli. Bazen uzaktan sevmek daha az can yakar. Bazen saçlarını okşamamak gerekir, bazen küçük bir çocuğun ellerini bırakıp nereye gidecek diye arkasından bakmak gibi öylece bırakıp bakmak gerekir. Kimbilir, belki onun da istediği budur.

Çünkü unutmamalı ki, hayatta tek bir gerçek var; o da her şeyin mutlak bir sonunun olduğu. Sevdiğimiz her şeyi eninde sonunda kaybedeceğiz ve bunu kabullenmek zorundayız.

Sanırım aşkın ve hayatın bu kadar güzel, bu kadar çekici ve bu kadar anlamlı olmasının nedeni, bir gün mutlaka sona erecek olması ve göz açıp kapayıncaya değin geçecek bu kısacık zamanı ve aşkı, sona ermeden, doyasıya yaşamalı. Sıkmadan, sıkılmadan. Yormadan, yorulmadan. Kovmadan, kovulmadan.

İnsan, yaşayabildiği kadar yaşamalı, yaşatmayı başarabildiği kadar yaşatmalı aşkı ve asla yalnız kalmamalı; çünkü biraz fazla yalnız kalınca hastalanıyor insan.

"Mutsuz bir ruh, mikroptan daha çabuk öldürür."

Sevgi, can acıtmaya başladığı zaman değil, mutluluk verdiği sürece anlam ve önem taşır. Mutsuzluk başlamışsa, artık her şey anlamını ve önemini yitirmiştir ve en kötüsü de duyguları hiç fark etmeden öldürmüşüzdür. Duygular öldüğünde ise insanların canı yanar.

Sevgi sandığımız kontrolsüz davranışlarımızla sevdiğimiz insanın mutsuzluğuna neden olup duygularını öldürürsek, bu en yıkıcı acı olur.

Lennie'nin de dediği gibi, “Kimsenin canını acıtmak istemedim," deriz, ama farkına bile varmadan acıtırız.