"Hey dostum, biraz dışarı çık ve çakralarını aç!"

Evet evet, tam olarak böyle söylemişti geçen gün bir dostum ve bu yüzden iş çıkışı kendimi bu sıkış tıkış metrobüste buldum. İlk çakra açma eylemine burada yeltenmeyi düşünüyorum, ama sonra hemen vazgeçiyorum. “Kimsenin çakralarıma cevap verecek hali yok! Yorgun, bitkin, kayıtsız ve endişeyle karışık telaşlı gözlerle tutunacak bir yer arayan yılgın yüzler, hayata kayıtsız bakıyorlar. Bana bakanlarsa, karmakarışık, puslu ve bulanık bir manzaradan başka bir şey göremiyor.

Metrobüs kâbusundan sıyrılıp kendimi barların, kafelerin bulunduğu bir sokağa atıyorum ve uygun bir mekân arıyorum. Sokağa serpilmiş masalardan birine yerleşiyorum. Tüm masalar en az iki kişilik; neden tek kişilik masalar olmaz ki? İnsanın yalnızlığını yüzüne vurmasalar olmaz sanki. Bira söylüyorum “Ne içersiniz?’’ diye soran garsona. Galiba tek başına içilecek en güzel şey o sonuçta. Şarap için romantizm, rakı için meze ve kadehini kadehine vuracak biri, ama her şeyden önemlisi sohbet gerekli, rakının en güzel mezesi o çünkü.

Her yer insanla dolu ama ben birkaç yıl önce kitlelere ilgimi yitirdim ve bu nedenle yeni insanlarla sohbet etme konusunda adaptasyon sorunu yaşıyorum. Eskiden böyle değildim, çakralarım her türlü sinyale karşı oldukça hassastı. Benim için artık ölen eski sevgililerim geliyor aklıma. Tuhaf. Eski sevgililerimin benim için ölmesi tuhaf. İyi kötü onlarla verdiğim savaşta hepsini öldürdüm. Hepsini öldürmem tuhaf. Oysaki onları eski binalar gibi, eski sokaklar gibi birer anı olarak yaşatmalıydım. İnsanların birbirini kazanmak için verdiği savaşta öldürmesi tuhaf.

Sonuna kadar açtığım çakralarıma gelen herhangi bir sinyal belirtisi yok, kimsenin umursadığı da yok. Sanki bir oyunun içindeyim, körebe oynuyorum insanlarla, gözlerim bağlı ve ellerimi öne, sağa, sola sallayıp göremediğim ama dokunacak birilerini arıyorum. Birkaç biradan sonra kalkıp insan kırıntısı gibi dolaşıyorum kalabalıklar arasında. Kimseye ulaşamayan, kimseye bulaşamayan sahipsiz, başıboş bir virüs gibiyim dünya üzerinde. Belki de en büyük sorun herkesin mükemmel oluşu sanırım, bu yüzden bulaşacak kimseyi bulamıyorum. İnsanlar personalarıyla dolaşmaya öylesine alışmışlar ki gerçek yüzlerini görme şansım yok.

Başıboş dolaşan kediler gibi sokaklardan geçiyorum. Süpermarkete girip bira alıyorum. Sonuna kadar açık çakralarımla sıranın bana gelmesini bekliyorum. Kasiyer kız bana bakıyor. Gülümseyerek, “Hoş geldiniz,” diyor. Kasiyer kızlar, herkese gülümser mi? Kasiyer kızla sevişmek istiyorum. Biraları poşete koyuyor, yine gülümseyerek, “İyi akşamlar,” diyor. Dışarı çıkıp lastik gibi uzayarak eve giden yolu yavaşça yürüyorum. Eski evlere, çöp bidonlarına, tel örgülere bakıyorum. Kasiyer kız da hiç sevişmeyi düşünür mü?

Eve giriyorum, kapıyı kapatıp anahtarla defalarca barikat kuruyorum, kimsenin girmesini istemiyorum. Kendimi koltuğa atıyorum, çatırdatarak bir kutu bira açıyorum. Marketteki kız benimle sevişmeyi düşünmüş müdür acaba? Çakralarım açılmamış, çakralarım çalışmıyor, çakralarım bozuk... Canı cehenneme tüm çakraların. Her şey boktan.

Kapı zili çalıyor. “Kesin yanlış bastılar,” diyorum sıkıntıyla, küfrederek kalkıp otomatiğe basıyorum. Yavaşça kapıyı açıyorum, merdivenlerden kimin çıkıp geleceğini merak ediyorum. Marketteki kız da beni merak etmiş midir acaba? Umut ne güzel bir şey.

Alt kattaki kapı açılıyor, gülüşmeler eşliğinde dairelerine giriyorlar. Lanet olasıcalar, hep yanlış basarlar zile. Az da olsa birinin gelebilme ihtimalinin verdiği heyecan da olmasa çok boktan bir şey bu zil.

Gece kurslarına başlamalıyım diye düşünüyorum, sonra hızla vazgeçiyorum. Bilgisayardan blues müzik açıyorum. Sigaramı yakıp biradan bir yudum daha alıyorum.

Şehir karanlık. Ev karanlık.

Bu evin bir balkonu var, şimdi balkona çıkıp ya intihar edeceğim, ya da ellerimi seveceğim.

Çakraların canı cehenneme. Her şey hakikaten çok boktan.