Neydi bu, günlerdir olmadığım kadar huzursuz oluşumun nedeni? Sabaha kadar bir o yana, bir bu yana dönüp duruşumun sebebi? Beynimi yiyip kemiren huzursuz bir uykudan uyandırıp sabahın bu saatinde kendimi böyle dışarı atmama neden olan şey, ne olabilirdi ki? Oysa son günlerde her şey yolunda gitmeye başlamışken nerden çıkmıştı bu şimdi? Yoksa yaşanılan birkaç güzel günün bedelini mi ödetiyordu bana? Neden ben hep bir şeylerin bedelini ödemek zorunda kalırım hep, neden borçlu kalamam hayata?

Beni günün bu saatinde İstiklal Caddesi'nin yorgun, akşamdan kalma sabahına getiren her neyse ki, iyi ki getirdi. Öyle güzel görünüyordu ki günün bu saatinde İstiklal Caddesi, tıpkı makyajını silmiş, tüm kozmetiklerinden arınmış, saçı başı dağınık bir halde uykudan yeni uyanmış bir kadın gibi, saf ve yalın bir güzelliği barındırıyordu kendi içinde. Gecenin göz alıcı ışıklarının söndüğü sabahında masum bir siluet gibi duruyordu.

Ara sokaklarından geçerken havada asılı kalmış anason kokusu arasında yürüyorum. Soğuk kar kokusu ciğerlerime işliyor.

"Sıcak bir yer bulsam," diyorum. “Sıcak bir yer mi?" Tüm sıcak yerler dolmuş, bana kalan yine ben olmuşum. Birkaç acı kahve ve birkaç sigaradan daha sıcak bir yer mi aranırdı ki?

Bu sıtma nöbeti gibi beni titreten neydi? Bu kar kokusu muydu, buz gibi hava mıydı? Nefret ediyorum titremekten ve dudaklarımı yemekten. Sanırım bulmuştum beni titreten, huzursuz eden ve günün bu saatinde beni buraya getiren sancının nedenini: Yazma nöbetiydi. Oysa artık yazmayı düşünmüyordum ve ben ne zaman yazmayı düşünmesem, yazacağım tutuyor hep.

İnsan her zaman yaptığı şey için bir suçlu arar, sanırım ben de yaptığım her şey için bir suçlu arıyorum olup biteni üzerine yıkmak, kendimi masum ve suçsuz göstermek için. Dışımdakiler olsaydı kolaydı, söz geçerdi onlara ama galiba yine benim tek suçlu. İnsan bir tek kendisine söz dinletemiyor.

Yine benim yüzümden böyle yüzüm, tek suçlu bendim, hiç gereği yokken yeniden duvara çarpmamın nedeni neydi? Kimbilir, belki yıllar önce büyük sancılarla koptuğum bir kadının tuzağı mıydı bu? Acaba birilerini unutarak acı mı vermiştim de şimdi bedelini ödüyordum? Unutmak acıyla birlikte başlıyor ve bazı duyguları abartıp acıya dönüştürmekte üzerime yoktur benim; çünkü acıyla besleniyorum. Oysa şimdi, istesem pek çok güzel şeyden zevk alabilirim, ama hayır, acı daha zevkli.

Neden tutması gereken yolu yanlış tutarım ben? Neden bulamaz gitmesi gereken yolu insan? Neden yanlış başlar labirente ve bir türlü çıkışı bulamaz?

Yanlış, karanlık yollara saparsın, izbe sokaklardan, tekin olmayan insanların yanından geçersin, ürkersin, ürperirsin, uçurumun kenarında gezinirsin, bir ışık, bir dost ararsın.

Oysa dost, uçurum gibidir, düşünce tanırsın; ya tutunacak bir dal verir ya da tutunduğun dalı kökünden söküverir ve düştüğünde dosttan çok kendin gibi düşmüşleri bulursun yanında ve onları tanırsın.

Bildiğim tek şey, düştüğünde elini tutacak ve seni yeniden ayağa kaldıracak olan yine senin diğer elindir. Başka bir el aramak beyhude bir bekleyiştir.

Çünkü insan her zaman kendi yanında olur, kendini korur, kollar. Kimi zaman kabullenmek zorunda kaldığı hayal kırıklıklarını kaygıyla kabullenip belli etmeden çaresizce susar.

Çünkü susmaktan başka çaresi yoktur. İnsanın kendinden başka gidecek yeri de yoktur.

Kimi zaman kendi yanında bile yer bulamazken neyi arayacaksın ki?