Sevgilimle uyuyup ertesi gün sabaha karşı Şişli'nin sisli sabahında uyanacaktık o gün. Tam da Bay George ve Neyzen Ahmet'le geçirilmiş dostluk gecesinin ertesinde o yaşlı teyzenin camdan bana bakan halini apartmanına çizmeye gidecektim bu sabah.
Nesneler ve ait oldukları yerleri sorgularken, tam da aklın dışında var olan duygunun ne olduğunu keşfederek, olgun bir yaşamın tecrübeyle yeni anlamlar bulmak olduğunu hissetmiştim. Tam da bu sanat okulunu kuracakken, olayın sosyolojik ve psikolojik boyutunu tamamlamam gerektiğini hissettiğim bir anda... Uzun zamandır hayranı olduğum Ulus Baker’in ODTÜ haricinde İstanbul’da da felsefe ve hayat üzerine seminerlere katılacağının haberini aldım. 2005 yılıydı... Şişli’de oturuyorduk. İstanbul'un göbeğinde...
Baker; tek gözlüğünün çerçevesi kırılmış, o kırılan çerçevesinin baktığı gözünün henüz iyi gördüğünü savunarak boş çerçevesini hep boş bırakmayı tercih etmiş biriydi. Genç kızken hayatıyla ilgili bilgiler toplardım; her okuduğum kitabının ardından, ona ve fikirlerine daha da saygı duyardım. Edebiyat ve resim ilişkisini hiç bırakmayan biri olarak, her yazarın-şairin hayatı ile ilgili bir dedektif gibi çalışır, işin içine daha da kendimi katmak için bir süre sadece onların eserleriyle hayat kurardım.
Ulus Baker’i gördüğümde ona on dakika sarılmak istiyordum mesela... Buna asla izin vermeyeceğini bildiğim içinse ona votka ve sigara alıp ders sonrası on dakika birlikte hayata dair konuşabilmeyi teklif edecektim. Annesi bir şair, babası bir psikiyatr olan bu dehayı kimse doğru tanımıyordu. Lefkoşalı bir ailenin Leningrad’da doğmuş tek çocuğuydu. Aynı zamanda annesi genç kızlığında Ümit Yaşar Oğuzcan’ın bilinen ilk nişanlısı olarak tarihte sessizliğini korumaya devam ediyordu. Ulus Baker’in o ruhu, üst üste giydiği el örgüsü uyumsuz kazakları ve ne zaman yıkandığı belli olmayan kıvırcık saçlarıyla hayatımdaki yerini almış, görüntüyle değil bilgiyle sevişen bir kadın olduğumu o zaman kulağıma fısıldamıştı.
Tabii o harika bir filozof; yedi dil bilen, sinüzitinden dolayı yağmurlarda dersi iptal ettiği söylenen farklı bir adamdı. Onu, onun sözleriyle anlatmaya kalksam hikâye yazmayı sonsuza dek bırakıp, konuşmayı ve akılcılığın ne olduğunu hissetmek için sadece nefes alıp onu yıllar boyu dinlemem gerektiğinin farkındaydım.
Bir insanın dehaya dönüşmesi için normal şartlarını kaybetmesi gerektiğini biliyordum. Baker’in babası Lefkoşa’da, bir evli kadınla; 78 yıllarında bir aşka tutulmuş. Ve yine o kadının kocası tarafından 14 Eylül 1978 yılında vurularak öldürülmüştü. Baker 18 yaşında babasız ve sonrasında annesiz kalarak hayatı düşünmeye ve okumaya, kavramaya ve aktarmaya adamış dünya çapında bir insan olacaktı.
Sabah bunları düşünerek gittiğim apartmanın aralık kapısına sıkıştırılmış Şalom gazetesini ve Agos gazetesini alıp apartmanın içine girdim ve hayalimdeki teyzenin fotoğrafını boş olan duvara resmedip ekledim güzel çiçeklerle... Ve bunu, var olan tabloyu da düzelterek yaptım. Tam o sırada apartmanda Ümit Yaşar Oğuzcan’a ait bir şiirin dörtlüğüyle karşılaştım. Gözlerimden yaşlar akıyordu. Belki de Ulus Baker’in annesi Pembe Marmara, Oğuzcan ile evlense, şair yirmi dört defa intihara teşebbüs etmeyecekti. Ve tabii Ümit Yaşar’ın bunalımlı kısa hayatında, iki oğlundan büyüğü olan Vedat, Galata Kulesi’nden kendini atmayacaktı... Ölürken, öldürmekten beter notunda babasına, “Ölmek öyle değil, böyle olur,” demişti Vedat, Ümit Yaşar’a hitaben bıraktığı beyaz notta.
Resmi bitirirken ruhumdaki gerçekler vücudumu sarmış, kilise çanıyla Şişli Camisi’nin ezanı aynı âna denk gelmişti. Sala okunuyordu; Vedat 73 yılında babasının gözyaşları ve kardeşi Lütfü’nün üzüntüsüyle birlikte yine Şişli Camisi’nden defnedilmişti. Ulus Baker’in babası ise tam beş yıl sonra öldürülmüştü.
Bilinmez ülkelerden birbirlerine zincir olmuş hikâyeler içinde nefes aldığım için sanatı sevmiştim. Ve Ulus Baker’den ileriki günlerde alacağım üç ders, hayatımın en olgun ve âşık zamanını aralayacaktı.
Bir şairin ve ruhbilimcinin oğlu olan Baker, 47 yıllık ömrüne birçok kişinin saklı dünyasını sığdırmıştı.