Kalem bazen keskin bir kılıç, bazen içinde ağlayan bir kalp taşıyan ruhlu bir gün tamircisi; zamanı not ederken duyguyu-bilgiyi içine sığdırıp geleceğe not bırakan bir iç gücü...

Çok hasar aldığım bir yerden, duygumun taa göbeğinden geliyor yazdıklarım şimdi... Antakya, ülkemin medeniyet karması; bir aradalığı ve temiz yüreğiyle, insanının sıcaklığı ve güzelliğiyle eşsiz bir şehrimiz... Bir gün oraya toparlanıp gitmeyi düşündüğümde yıllarca aklıma gelmeyecek güzellikte ve özellikte anıların içinde olduğumu bilemezdim.

Antakya, bir ilham merkezidir... Kapıdan uğurlarken bile, "Hoş geldiniz," diyen kaç insanınız oldu sizin? Titus Tüneli, Samandağ, 38 haneli Ermeni köyü, Vakıflı’sı, Harbiye'si, şelalesi, Saint Pierre Kilisesi, Mozaik Müzesi, gece esintisinde defne sabunlarının sıcak suyla buluştuğu Affan Caddesi'ndeki köpüklü avlulu eski evler, ipek kumaşlar, boğma rakılar, bin bir çeşit peyniri, Çınaraltı'nın odun ateşinde künefesi, tepsi kebabı, humusu, katıklı ekmeği ve zahter kokusuyla ve nice güzel özellikleriyle cana can veren zeki, iyilik dolu misafirperver can insanları...

Türkiye'nin medeniyetler başkenti sayılacak köklü bir şehir Antakya. Babamın askerlik yaptığı, kimsesiz bir çocuk olarak 21 yaşında ancak sarıp sarmalanabildiği, yüce ruhlu ilk şehri... "Muhakkak git!" diye tembihlediğinde babacığım, ben henüz on yaşındaydım. Çok büyük hislerle oraya gitmiştim ve çok büyük dostluklarla... Belki de bugün yazmayı çok daha sevmemin sebebi, Antakya'da gördüğüm düş dünyasının genişliğiydi... Belki de bir yaşlı Süryani amcanın elinden sıcak sıcak yediğim taze baklanın içinde taşıdığı yüklü mozaiğin lezzeti, görmüş geçirmişliği... Dinen hacı olmak vardır ya her dinde; sanatta da eser ve tarih, çeşitlilik görmek bir hacılıktır benim için. Kutsal bir yerdir Antakya.

Mütevazı ve birlikte yaşamaktan gurur duyduğun karma, en güler yüzlü halktır. Şimdi bu güzel şehrin, bu güzel duygulu insanların, kabiliyetsiz, kötücül ve hâlâ da kötülük yapmaya devam eden insanların yüzünden yok olduğuna inanamıyorum. Affedemiyorum, affedemiyoruz bu sefer. Aklım ve vicdanım, sağduyum hepimiz gibi kan ağlıyor bu bile bile mezara götüren zihniyete. Öfke ve nefreti bilmeyen insanlara yaralar bıraktınız kanayan; artık içimizde tanımlanamayan duygulara sahibiz. Bu özel duygumu edebi olarak kullanamam şu an; cümlelerim çok yaralı, küçük bir kız çocuğunun ağlamaktan kısılmış sesinden çıkıyor şu an hissettiklerim. Ezilmişliklerin ardından.

O dönem Fatom, Garip, ben, Antakya'dayız. Affan'a gidiyoruz, çok eski bir evin avlusuna giriyoruz yol arasından. Karanlık bir evde, engeli olan bir adam el sallıyor, öpücük yolluyor bize; sonra iki yaşlı teyze bizleri görüp çıkıyor, buyur ediyor. Fato yaşlı teyzelerin kulağındaki çok eski altın küpeleri görüyor ve "Çok güzeller," diyor.

Kadıncağız kulağından çıkarıp eline vermeye çalışıyor küpelerini, hiç tereddüt etmeden. O an hepimiz ağlıyoruz, onun tek varlığı o küpeler çünkü. Almıyoruz tabii ama duyguyu kucaklamaktan sevgimiz taşıyor, taşıyor... Sonra küçük bir hediye almak istiyoruz nazikçe... Elimizde ne varsa bırakıyoruz o görmeden, bizden hatıra... Gönlü vermeye alışmış, zor hayat yaşayan insanlar bize büyük bir ders veriyor... O gönlü, eli, ruhu açık insanlara ağlıyoruz şimdi... İnsanımız her yerde elbet çok merhametli...

Biz bu insanlara, yani bizlere yapılanları affetmiyoruz... Gözümüzün önünde o eski altın küpe, dünyayı sevgiye saran insanlarımıza sarılıyoruz. Affetmiyoruz size olanları... Çünkü siz, biz yok, hepimiz öldürüldük yaşarken... Bizler sizi affetmiyoruz...