Şiir yazmak herkese nasip olmaz, herkesin "harcı" da değildir üstelik. Tanrısal yetilerle donatılmak mı, ya da zaman içinde içsel gelişimini tamamlamak mı gibi kadim sorular bir yana, burada varoluşumuzu anlamlandıran ve "kim" olduğumuzu tanımlayan en temel olgu, olsa olsa, yaşadığımız evrene, yeryüzüne ve insanlara nasıl baktığımızdır.

Hayatı nasıl görüyoruz? Dünyayı, canlıları, nesneleri ve olayları nasıl yorumluyoruz?

Belki de temel soru şudur: Herkes gibi, seslerin ve görüntülerin anaforuna kapılarak nereye gittiğimizi bilmeden sonsuza dek sürüklenip duracak mıyız, yoksa şöyle bir durup bütün bu olan biteni anlamaya çalışarak, kendi varlığımızdan başlayıp tüm varoluşsal süreçlere şaşkınlık ve hayranlıkla, büyülenerek mi bakacağız?

Eğer ki kâinatı ve "şey"leri; zamanı ve mekânı, canlıları ve nesneleri, yaşamı ve ölümü, kederleri ve sevinçleri bir şiir gibi görmeyeceksek evrendeki yerimizi de anlamak/anlamlandırmak biraz güçleşmeyecek mi?

Ayşe Şafak Kanca’nın 2022 yılında yayımlanan Yanık Bal Kokusu kitabını işte bu duygularla okudum, hemen her şiirinde benzer sorular sordum kendime. Daha ilk şiirini okurken bile anlamıştım onun "harcı"nın yaşamın ağırlığı ve korkularla karıldığını: "En son ne zaman çıkmıştım/ ne zaman kırıntılarımı toplayarak/ dinerim diye karanlığımdan" ("Çitlembik Karası", s. 11)

Kısa betimlemeler aracılığıyla kurduğu imgelerde çokkatlı bir anlam zenginliğine ulaşan Kanca’nın duyusal yönelimi, şiirlerinde yer yer pesimist bir söyleyişe dönüşüyor, her seferinde buruk bir hatıraya kapı aralıyordu. Sözgelimi, "ama hiç geyik görmedim ki şiirini yazayım/ bir seni, bir de çivilerini bilirim gençliğin" diyordu bir şiirinde; devamında ise "değişim"in negatif etkisi acılı bir çığlığı andırıyordu: "duvarlarım ağır kaleme müebbet/ havalar soğudu soğuyacak, çok değiştim ben/ uzaklaştıkça kendimden ayaklarım yol yorgunu" ("Ayaklarım Yol Yorgunu", s. 15)

O da tıpkı modern şiirin önde gelen temsilcilerinden Rilke gibi lirizme yaslanarak, insanın kendisine ve çevresine yabancılaşmasına itiraz ediyordu. Şiirlerinin parçalı yapısı da benliğimizin bölünüp parçalara ayrılmasına benziyordu bu yüzden. Türkiye'de 12 Eylül 1980 askeri darbesinin ardından ülkesini terk etmek zorunda kalan bütün aydınlar, entelektüeller ve sanatçılar gibi Kanca da 10 yıl boyunca kaldığı Viyana'da, yaşadığı hayal kırıklığı ve yalnızlığını, kendi iç hesaplaşması üzerinden anlamaya çalışıyordu: "Üvey topraklar ırak kalbe yorulur/ haçlar öfkeli, dualar yorgun/ isyanlar, savaşlar, çan titrer geceleri/ yıldızlar yüz yüze bakamaz olur" ("Savaş ve İhanet", s. 32)

REM evresinden kaotik uzay/zamana

Kanca'nın her mısrada okudukça derinleşen şiirlerinin çokkatmanlı yapısı kimi zaman gizemli bir atmosfer yaratan olaylar bütününe çıkıyor âdeta. Sanki bir kuyuya bakıyorsunuz da, o kuyu, suyun kaynağından aldığınız bir kovanın size yeterli olacağını söylüyor size. Alıyorsunuz, fakat bir kova su yeterli gelmiyor, bir tane daha alıyorsunuz, bir tane daha, bir tane daha... Ve "Bu sonuncu," dediğiniz anda fark ediyorsunuz ki artık ne siz kuyunun başından ayrılabilirsiniz, ne de su sizi bırakabilir. O kadar ki, "Ayaklarım Yol Yorgunu" şiirinde, "tuhafsamadan yürüyorum yanımdan/ dünya acıtıyor, bunda ne var?" (s. 15) sorusunun sarsıcı ve ürpertici etkisi, "Bir şey kaybettim aklımın ucunda/ belki bulurum diye rem" (s. 21) diyerek sizi bir anda "REM" evresine geçiriyor ve kaotik bir uzay/zamana düşürüyor: "Hiçliğin yazgısı bu/ sonsuza dek genişleyeceksin" ("Kaosuma Münhasır", s. 22).

Ama Kanca'nın bütün bu tedirgin edici tonlamalarına karşın yine de şiirlerinde sıklıkla masalsı bir dile başvurduğu da görülüyor ve şiirlerinin uzak büyüsü tepeden tırnağa içimize işliyor. "Yapyalnız Mavi", "Uçsuz Bucaksız Bir Gül", "Hümayun Makamı", "Issızlığa Benziyoruz" gibi hemen her şiirinde bu masalsı dilin etkilerini görmek mümkün.

Bilindik sözcüklerle başka bir evrenden okuyucularına seslenen Kanca, Umberto Eco'nun "kapalı" diye tanımlanan metinlerin aslında "açık" olduğu ve okurun öznel üretimine sunulduğu yorumuna uygun bir biçimde kuruyor mısralarını. Bu nedenle de okuyucularına ferah, aydınlık bir yol sunmuyor, aksine onları iç sıkıntısıyla bezenmiş kasvetli bir havaya sokuyor. Zaten şiir dediğimiz de biraz bu değil midir? Okuyucuyu diken üstünde tutan, rahatsız eden ve kişinin kendisine dönerek iç sorgulamasını sağlayan...

Acıyla güçlenen 'çocukkadınlar'

Belki de benim bu şiirleri bu kadar sevmemin nedeni, Kanca'nın kitabında "kadınlara" ve "kadın doğası"na özel bir yer açmasıdır.

Viyana'da yaşadığı yıllarda Avusturya Çalışma ve Sosyal Yardım Bakanlığı'na bağlı projelerde işçi ve kadın haklarına yönelik faaliyetlerde de bulunan Kanca'nın şiirlerinde "kadın olma" hali, derin ve uzun bir çizgiye benziyor. Bu çizgide doğuyor mevsimler, kanlar tam da bu çizgide akıyor "birbirinin ahı [olan] "Kan ve Barut" kokan "kınalı evler[e]" (s. 34).

"Çamur ve Dumur" şiirini okuduğumda da, narçiçeğinin belinden kırmızı bir kurdele çözüldü âdeta (s. 33). Çiçek büyüdü, büyüdü, ayaklandı, kolları ve saçları uzadı ve bir kadın doğdu böylece, acıyla güçlenen. Yazın gelmemesi bu yüzdendir işte.

Fakat Kanca'nın şiirlerindeki "kara topraklar", bizlere ümidi de gösteriyor öte yandan. Doğa ve kadın, aynı talihsiz yazgının ürünleri sanki. Aynı acıları yaşayan, aynı azapları çekenlerin ortak sesi gibi. Kadın doğadan, doğaysa kadından güç alıyor. Okurken size bambaşka bir pencere açıyor: O kadınlar ki, "bir ucunu kanla tutuştururlar dünyanın" ("Kan ve Barut", s. 34), "Gözleri dikili duru/ dimdik" bakarlar ("Çinko Damın Altı Gözleri", s. 36), "Salıncakta sallanırlar, kaydıraktan kayarlar çocukkadınlar" ve "İpe çeker, boynunu vururlar, çiftetelliye dolarlar namusu" ("Hayır Olmasın", s. 51).

 

Ayşe Şafak Kanca'nın Yanık Bal Kokusu kitabının üzerimde bıraktığı etkiyi sizlere kısaca anlatmaya çalıştım.

Bu kitabı tüm şiirseverlere tavsiye ediyorum. Evreni ve yaşamı başka bir yerden seyretmek, dünyayı ve insanı şiir gözüyle görebilmek için...