Çok kültürlü toplum sosyolojisi

Yani "Multicultural Society"... Bazı siyasetçilerin ara ara kullandığı bu evrensel kavram, Türkiye toplumunda belki anlaşılmıyor, konuşulmuyor, henüz karşılığını bulamamış görünüyor. Ancak konuya Türkiye üzerinden girdiğimde, çoğu zaman farklı endişelerle, alışagelmiş kavramlara tutunma çabalarıyla karşı karşıya kalabiliyorum. Ülkede sanki herkes bir saf tutmuş ve safı elden gidecek endişesinde, bu yeni kavramı ona göre sınıflandırma derdinde. O halde ben de konuya kendimle, çift kültürlü yaşam öykümle bağlantılı aktarmakla başlayabilirim. Umarım kendi yaşanmışlıklarım kavramın anlaşılmasına ve bu çerçevede Türkiye için kurduğumuz hayallere de faydalı olabilir. Gerçi eminim yine birileri "burası Almanya değil, burası farklı" diyecektir, ama yine de bakış açımızı sunmaya çalışalım.

Almanya'da büyüdüğüm yıllarda bizler, yani Almanya'da yetişen ikinci nesil, Türkiye'den ilk gelenlerin çocukları "kayıp nesil olarak" anılmaya başlanmıştık. Birçok açıdan kayıp olduğumuzdan bahsediliyordu belki, ama bunların toplamına bakıldığında, toplumsal kimlik kaybını işaret eden, temelde kültürel bir "kayboluş"tan bahsediliyordu aslında. Büyük çoğunluğumuz epey bocaladı o yıllarda, ancak önemli bir kesim kendi kültürel kimliğine kavuşmayı başardı. Çünkü belli bir noktadan sonra bizler bir araya gelebildik ve kendimizi yeniden tanımlamaya başladık. Biz Türk-Alman toplumu olarak kendi kültürel kimliğimizle bulunduğumuz topluma entegre olarak o toplumun bir parçası olmaya karar vermiştik. Bunu ırksal bir tanım olarak değil, bir araya gelen insanların oluşturduğu toplumun kültürel tanımı olarak benimsiyorduk. Ve bunun için en önemlisi, kendimizi artık saklamayacaktık ve kesinlikle kayıp olmaya veya asimile olmaya niyetimiz olmadığını ifade ediyorduk. Ne biz Türkiye'deki veya Almanya'daki toplumlardan üstündük, ne de onların bizden üstün görülmesini kabul ediyorduk. Ortak yaşam alanlarımızda eşit bir biçimde yerimizi almaya karar vermiştik.

Başarımızın sırrı bu kültürel özsaygıda yatıyordu. Çünkü bu şekilde kendimizi saydık ve sevdik, başarılı olacağımıza inanabildik. Benimle aynı senelerde mezun olup kültür, sanat, siyaset, iş dünyasında ve her alanda başarılı sayısız örnekler mevcut. En son Özlem Türeci ve Uğur Şahin çifti bilimsel başarılarıyla hepimizin dikkatini çeken, çok kültürlü yetişmenin başarılı bir örneğidir.

Peki bu korumaya çalıştığımız kültürel varoluş aslında nedir?

Kültür, bir toplumun duyuş ve düşünüş birliğini oluşturan, gelenek durumundaki her türlü yaşayış, düşünce ve sanat varlıklarının toplamıdır. Türk Dil Kurumu'nun tanımına göre, "Tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünüdür". Peki, bir egemenlikten bahsediliyorsa, farklı kültürler nasıl bir arada yaşayabilecekler? Özellikle ABD'de yaygın kullanılan "kültür sosyolojisi", sosyal hayatın yorumlanmasında kültür çözümlenmesi kullanılmasına dayanan bir toplumbilim yöntemidir.

Bir topluluğun "kültürü", bize dışarıdan kıyafet, yeme içmeyle başlar; inançlar, değerler, yaklaşımlar, anlamlar, düzen farkı, sanat anlayışı, altüst ilişkileri, roller ve davranışlar, zaman kavramı, iletişim tarzı gibi birçok alanda karşımıza çıkabilmektedir. "Bizde bu böyledir", "biz bunu böyle yaparız" biçimindeki çocukluğumuzdan başlayan kodlamalar, sosyal çevrenin ve alışkanlıklarımızın zevklerimizi oluşturmasıyla, edindiğimiz inançların ritüelleri ve kullandığımız dilin yapısı gibi birçok etkenle kültürümüz oluşur.

Bu kültürel oluşumda yedi katmandan bahsedilebilir:

Ulusal seviyede: Ülkenin tamamına ait kodlamalar.

Bölgesel seviyede: Bir ülkenin içinde var olan etnik, konuşma-dil veya dini farklar.

Cinsiyet farkları: Cinsiyetinize göre verilen farklı roller, davranış, giyim vs. kodları.

Jenerasyon farkları: Zamanın gelişimine dayalı jenerasyonlar arasında oluşan farklar.

Sosyal sınıf farkları: Farklı eğitim ve çalışma imkânlarıyla oluşan farklar.

Kurumsal farklar: Kurum içinde kurum kültürüyle gelişen farklar, eğitim kurumları ve işyerlerinde etkin kültür farkları...

Peki bu katmanlarla oluşan kültürlerden birisi diğerine üstün olabilir mi?

Bir ülkede sayısal çoğunluğa ait kültürler psikolojik olarak daha baskın olsalar dahi, bilimsel veya hukuki açıdan yanlış sayılmayan kültürel unsurların birbirine üstün sayılmaları için bir dayanak yoktur aslında. Bu farkındalıkla "Multiculturalism" yaklaşımı gelişmiştir.

"Multiculturalism", çok kültürlülük, aynı gezegende veya ülkede veya bölgede yaşayan farklı kültürlerin karşılıklı saygı çerçevesi içinde barışçıl bir biçimde, birlikte yaşamasını önermektedir. Somut olarak, kültürel çoğulculuk olarak da tarif edilebilen bu yaklaşımla, farklı kültürel gruplar, kendi kültürel kimliklerini feda etmek zorunda kalmadan, birbiriyle iletişime girip birliktelik oluşturuyorlar. Bunu başaramayan toplumlarda, farklı kültürleri yok sayan veya asimile etmeye çalışan egemen kültürlerle karşı karşıya kalabiliyoruz.

Çok ideal görünen bu kavramların hayata geçirilmesi elbette kolay değildir. Öncelikle çok kültürlülüğü ve çoğulculuğu topluma iyi anlatmak gerekir. İlk adımda tüm kültürel grupların, diğer kültürel kimlikleri "yok saymak" yerine, varlıklarını kabul etmeleri esastır. Hiç kimsenin kültürel kimliklerini feda etmek zorunda bırakmayacak şekilde, onlara alan açmak gerekir. Farklı kültürler, birbirlerinin kültürel varlıklarını tehlikeye atmayacak şekilde bir arada yaşamaya dikkat etmelidirler.

En büyük problem alanlarından birisi, inançlardan kaynaklı kültürün parçası haline gelen âdetlerdir. İnancımız veya inanmama hali olan ateizm, kültürel kimliğimizi etkilemektedir. İnanç ritüelleri zamanla kültürel etkinliklere dönüşebilmektedir. Örneğin Avrupa'da ateizm ve deizmin önemli oranlara ulaşmasına rağmen, Noel bayramı, Noel ağacı ve hediyeleriyle birlikte, ateistler ve deistler tarafından da büyük oranda kutlanmaktadır. Çünkü bunlar artık Batı-Avrupa kültürün önemli gelenekleri haline gelmiştir. İnançlar mutfağımızı dahi etkileyebilirken (neyi daha fazla veya daha az yememize etki yapabilirken), inanç karşıtlıkları da yeni ritüelleri beraberinde getirebilmektedirler.

Yani bunun sonu yoktur. Almanya'da büyüdüğümde, egemen kültür benim mensup olmadığım bir inancın kültürüydü. Bu inancın etkinliklerinden ve izlerinden kaçamıyordum. Çareyi bunlara, kaçmak istediğim bir inanç olarak bakmak yerine, bir toplumsal kültürün tarihi ve sanatsal değerleri olarak görmekte ve saygı duymakta buldum. Bu şekilde egemen inancı bir baskı olarak hissetmekten vazgeçmiş, yaygın kültürün bir parçası olan inanca saygı duymakla yetinebilmiştim.

Peki çok kültürlülük için her şeyi kabul mü edeceğiz? Herkesin her şeyi yapmasına kültürel fark olarak saygı mı duyacağız?

Çok kültürlü çoğulcu toplumun sağlıklı gelişebilmesi için, ortak sosyalizasyonu sağlayacak eğitim kurumlarına ve etik düzeni sağlayacak hukuk sistemine büyük görevler düşmektedir. "Bizim kültürümüzde birini dövmek normaldir," diyen bir kültürel ritüeli kabul etmemiz mümkün değildir mesela. Bireyi koruyan, insan hak ve özgürlüklerinden ödün vermeden çoğulculuğa izin verilebilir ancak.

Kısaca değindiğim bu notlardan anlaşılacağı üzere, konu çok geniş ve karışık. Bugün, çoğulcu bir toplum hayal ederken, kültür sosyolojisine de dikkat etmek gerekeceğine değinmekle yetinmiş olalım. Yarın, hepimizin özlemi, ezilenin olmadığı, demokratik, çoğulcu bir Türkiye için neler yapmak gerektiğini düşünmeye başlayalım.