Benim gibi bir adamın askerlik anılarını yazması kadar garip bir şey yoktur herhalde.

Ama peder, "Sen yazarsan farklı yazarsın," dedikten sonra şart oldu buni de yazmak.

Farklı yazmayacaksak yazmanın anlamı ne ki?

Herkes aynı şeyi yazsa ne kıymeti kalır yazmanın.

 

Askerliğe başlamadan önce idolüm dediğim çok yakın akrabam kendi askerliğinde hiç fotoğraf çektirmediğinden bahsetmişti. İdolüm yaa, ben de ona uyup nerdeyse hiç foto çektirmemiştim ama idolümün sonradan fotoğrafları çıkmıştı. Yeri gelmişken, ancak kendiniz bir idol haline gelirseniz o örnek aldığınız kimseyi onurlandırmış olursunuz.

Daha ilk yatakhane muhabbetlerimiz, benimle aynı devre hekim arkadaşlarla hepsi pratisyen olduğu için gelecek olan aile hekimliği mevzuu.

Ben orda da devrimci irademi ortaya koyuyorum ve aile hekimliğini sonlandıracağız diyorum. Aynı iddiayı hâlâ taşıyorken.

 

Acemiliğimiz biter.

Bir nevi mezuniyet gibi.

Vatani görev yerlerimize dağılmamız için bize yolluk diye bir para verecekler. Sayısı 90'a varmayan pratisyen ve 300'e varmayan uzman hekim olmak üzere 400'e yakın hekimin tek defaya mahsus verilen yolluk paraları bir bankanın, Yapı Kredi sermayesi aracılığıyla bize verilince bende oluşan hissiyat: 400'e yakın doktor maaşı altın tepside sunuldu bu sermaye fraksiyonuna.

Revirde görevliyim, bir sağlıkçı astsubay, "Hocam, askerin burdan çıkma yolu ya hastanedir, ya da hapishanedir," demişti.

Ben de askerliğimin ilerleyen aylarında diğer sağlıkçıların giydiği, komik denilebilecek beyaz üniformadan ziyade askeri kamuflaj giyerek görevimi icra ediyordum. Bu askerin istismarının önünde görsel bir caydırıcılık da sağlıyordu, ayrıca daha rahatlık veriyordu.

Ayağında mantar şikâyeti ile gelen askere botlarını çıkarması için 5 saniye veriyordum, o kadar çok başvuru oluyordu ki revire. Önce kendim sayarken sonrasında askeri viziteye getiren sorumlu askere saydırmaya başladım 5'e kadar. Baktım ki yavaş sayıyor, ben kaldığı yerden hızlı hızlı sayıyordum. Böyle bir vakayı ağır hareket ettiği için muayene etmeden çıkarttım. Benden yaşça küçük, rütbece üstüm tabip teğmen bana bir fırça attı ki... Ben de esas duruşta hayatımın en has ve uzun fırçasının sonunu bekledim.

Nöbetteyiz, hasta yok, muhabbet var; konu milliyetçiliğe varıyor, ordan faşizme geliyor, belki de ben getiriyorum. Sohbetin bir yerinde koskoca kızıl ordu nasıl da faşist Nazi ordularını ezip çiğneyip kızıl bayrağı Berlin'e dikti diyebiliyorum. Ulan askerlik burası, ne içtin de, ne zıkkımlandın da buraya geldin böyle konuşuyon? Kışla burası, solcu adamı bile faşist yapar, ben neler diyorum...

Şu paralı askerlik dönemlerinde uzun dönem yapmış doktor zor bulursunuz, onun için keyifle okuyun bu satırları.

 

TUS zamanı gelmiş benim ayarımdaki doktorlar TUS iznine gitmiş, boşalan revirlerden birine beni gönderecekler. Ben nerdeyse hiç bilmiyorum İstanbul'u, nasıl giderim? Nerdeyse bin dereden su getiriyorum gitmemek için.

En sonu muvazzaflarım İstanbul'un karşı tarafında periyodik muayeneleri var, onunla bir yere kadar gidersin, ondan sonra kendin halledersin, dediler. Askerlikte bir aracın hareket etmesi için gidiş ve dönüş olmak üzere en az iki kişinin olması lazım. Biri şoför, diğeri araç komutanı rütbeli. Ben aklıma koymuştum, muvazzaflar muayene için araçtan inecek, ben biraz bekleyip şoför askere, "Sür Hasdal'a," diyecektim, rütbeliyim yaa, orda inip, "Ne halin varsa gör," deyip salacaktım askerle aracı. Neyse bir rütbeli geldi ve beni götürdü.

O üsse gittiğim yetmemiş, başka bir üste de hasta bakmam isteniyor. Ben zaten muhafazakâr karakterimle hiç hareket etmek istemiyorum, mazeret arıyorum. Gittik araçla üsse, nizamiyede asker geldi dikildi, "Buraya girmek için özel izin lazım," dedi. Muhtemelen NATO üssüydü. Ben üstümde askeri kamuflaj ile kimliğimi de çıkardım, rütbemle gösterdim (Kürt olduğum halde), "Ben Türk askeri subayıyım, bunlar da yetmiyorsa biz de girmeyiz," dedim.

İnatları kırıldı, girdik, hastaları muayene ettim.

 

Terhisime az kalmış, bi' şey gene canımı sıkmış, gelene gidene yatak istirahatı, terlik istirahatını basıyorum.

Alay komutanı olan albayımız çok tatlı bir insandı, beni çağırdı, "Ulufe mi dağıtıyon oğlum," dedi, beni kendime getirdi.

Yine son günler, cuma günü, hafta sonu girecek araya, pazartesiye kalmasın diye cumadan dikildim bölük komutanının odasının önünde, göze almıştım sabaha kadar beklemeyi.

Yüzbaşım inat etmedi, makul süre bekletip imzaladı çıkışımı.

Alır almaz çıkışı, soluğu yoldaşlarımın evinde aldım, eşim de 1 Mayıs için gelmişti. Yıllar sonra ilk Taksim'de izinli olan 1 Mayıs'a kızıl bayraklarla eşimle kol kola Taksim'de girdik.

 

faxri078@gmail.com