Bu toplum birbirine zıt insanları yanlış uçlarından birbirine ekliyor, adına da aşk, evlilik diyor. Bize ait olmadan bize dayatılan düşüncelerin enkazında kalmışız, yara bere içerisindeyiz. Neyi ya da kimi tutsak, elimizde kalıyor. Sonra yetişen alıyor yine bizi yanılgılarımızdan.
Öpüldükçe iyileşeceğimiz masalı, öpünce prense dönüşen kurbağalardan daha az kurgu içermiyor.
Gösterişli arabalarımız, saat on ikiyi vurmadan önce balkabağına dönüşecek işte. Çünkü hayallerimiz dayatma, elbiselerimiz sahte.
En bilinçli hallerimiz bile sevgi açlığımıza yenik düşüyor. En mağrur olanlarımızın kalpleri kırık, kanatları paramparça.
Bir elimi diğerine yoldaş ettim mi değmeyin keyfime benim, senin başın kelli felli bir omuzda dinleniyorsa daha ne... Çünkü bana öyle, sana öyle öğretildi.
Ama benim ellerim henüz birbirini ısıtamazken ve sen başını yasladığın omuzun üzerindeki başla benzer fikirlere sahip değilsen var mı bundan öte cehennem...
Yeni bir elbise, yeni bir ayakkabı istemek öylesine mubah, ama yeni bir hayat istemek küstahça geliyor. Çünkü zihnimize öyle işlendi.
"İçkisi-kumarı yoksa" çek denildi. "Karı-kızı yoksa" çek denildi. "Vurması-sövmesi yoksa" çek denildi.
Ve o çekenler, "çek" diyeceği nesiller yetiştirdi. Zincirleme çekim yasası; çektikçe zıddımızı çektik kuşaklarca.
Bambaşka insanlar yanlış uçlarından bağlandıkça büyüdü anıt sayaç, doldu taştı Kabataş'taki topuklu ayakkabı duvarı.
Şimdi artık kadına şiddet, sanatsal bir boyutta...
Ve adalet, bu acı sanatın iğrenç terazisi âdeta.