"Azerbaycan, nefes kadar yakın insanlarla kuşatılmış," derlerdi, bu kadarını bilemezdim. Şimdi içindeyim, "Ciguli" dedikleri tarihin diğer ucundan yola çıkmış arabalardan birinin durmasını bekliyorum. Taksi mi demeliydim? Burada nem çok olmadığından gölgede serinleyebiliyoruz. Bir ağacın altına sığındım ben de. Park denilen bir yapının içindeyim: Savaş dönemine gönderme yapan büyük heykeller ve bu heykellerin hemen önünde büyük harflerle "HEÇKİM UNUDULMUR!" yazısı, ne için yazılmış sorusunu insanlara hatırlatmaya çalışıyor sanırım. Ama birçok insan önünde oturup dinlenmeyi, sigara içmeyi ya da benim gibi beklemeyi tercih ediyor. Bayağı da oldu, beklemek demişken. "Ay bacı, neyi gözlüyürsen?" diyor tanıdık bir ses. Baktığımda, iki gün önce geldiğimde karşılaşıp derdimi anlattığım market görevlisi olan altın dişli kadın olduğunu görüyorum. Bu kadar sıcak bir havada saçlarını düzleştirmiş, bir de yüzünde bi' ton makyaj... Neyse, Azeri kadınları süslü olur. Erkek gibi olmam benimle ilgili sonuçta, benim kabahatim. Şimdi kalkıp da anlat bana, gelmeyen eski taksilerini beklediğimi. "Taksi gözlüyorum, buradan geçmiyooor!" Meğer ilerleyip anayolun oraya geçmem gerekiyormuş. Hem sağımda hem de karşımda magazin olacakmış. Magazin dediysem, kim kimle sevgili, bu bundan neden boşanmış olayı değil. Bahsettiğim, market. Burada, marketlere magazin diyorlar. E ne yapayım, zamanında taksi numarasını almak gibi bir yüce gönüllülük yapsaydım ayaklarım çekmezdi bu sıcakta bu cezayı. Market görevlisi süslü bacı gidiyor, buram buram kokusunu bırakarak. Kutupları sen erittin be kadın, sen! Yoksa güzel diye kadını mı kıskandım ben şimdi? Neyse şu an konumuz, benim bu bavulu nasıl taşıyacağım. Boyum kadar mübarek. Kollarım da bi' ağrıdı ki sormayın gitsin, evden buraya zor taşıdım zaten. Kaldırmaya çalışıyorum ama kımıldamıyor yerinden. Patronumu öldürüp tıksam içine bu kadar ağır olmazdı.

"Kömeyeleyebilerem."

Sese dönüp bakıyorum. Kimbilir ne diyor? Benim bildiğim ya bir yarışmadan elenirsin ya da un elersin; o dediğin ne yahu? Tamam tamam, kaba düşünüyorum, ama beni buraya "anlaşılıyor dilleri" diyerek yolladılar. Bende bir sorun mu var, anlamadım. Buradaki insanları da ya çok zor anlıyorum ya da hiç anlamıyorum. Haki renk, bol, yarım kollu gömlek, aynı bollukta krem renk, çok cepli bir pantolon. Upuzun bir boy ki, maşallah yarabbi bu ne ihtişam. Dağınık ve düz omzunun hemen üstünde saçlar ve alakasız bir şekilde ellerinde, kollarında, boynunda, yüzünde pas izleri. Biri boğazlamış gibi siyah siyah parmak izleri boynunda. Belindeki ip... Bu nasıl hamal yahu, başımı döndürdü. Acaba yardım istesem ayıp olur mu? Gerçi hamal bu... Bildiğin hamal. İşi bu zaten. Kimbilir belki çocukluktan beri bu işi yapıyordur. Günleri böyle geçiyordur, en iyi gününde de benim gibi paralı müşterileri oluyordur. Gözlerinin içine baktığım halde bana bakmıyor. Kafası hep etrafı izlemekle mi meşgul olur böylelerinin? Aman be! Ben de kalkmış elin hamalını beğeniyorum. Yürü kızım, işine gücüne bak, ver taşısın bavulu. "Taksiye kadar gidelim, şurası. Eğer otobüse kadar benimle gelirsen pulun çok olur," diyorum parmağımla ileriyi göstererek ve pul derken de cebimden birkaç manat çıkarıp gösteriyorum. Gösterdiğim yere baktıktan sonra sesini çıkarmıyor, bavulu alıyor ve yan yana gidiyoruz. Zaten iki dakika yürüyoruz en fazla. O kadar doldurmasaydım bavulu ben de taşırdım; Necla ve kardeşine niye o kadar çok ve pahalı hediye aldıysam artık! Yolu izleyip taksi beklemeye başlıyoruz. Arabalar eski; az da olsa aralarında yeni modeller de var tabii. Beklemek, bir şeyleri düşünmesi için insanı âdeta zorluyor.

Uzaktan, bir günün tesellisine baktığım zaman eli avucu boş çocuklar görürüm. Bazıları yanımdaki hamal bey gibi büyüyorlar. Ne de olsa onlar, çocukken de büyük olabilenlerden... Hengâmenin birine karışmışlar birer birer, gittikleri yolu bilmezler bir tek. O yola başlamanın heyecanı var hâlâ içlerinde. Nedendir bilmiyorum ama bir heyecan mevcut benim de içimde. O heyecanı yalnız başlamak ile başlamamak arasında kalan bireyler bilir, diye düşünüyorum. Göğüs kafesinin içinde yükselen yoğun bir rüzgâr esintisi... Benim kuytularıma estiği zaman bir hoş olur, utanırım. Sanki beğendiğim erkek, benden yardım istemiş de benim de hemen cevap vermem gerekiyormuş gibi. Bunca yük görmüş bin hamal dizsek, hepsi aynı heyecanın altında ezilir. Çünkü çocukluktan başlar en büyük adımlar ve en güçlü hayaller. Oysa yazıktır onların yaşama sevinçlerine. Gülmek, gülebilen birer heykel olmak isterlerdi belki de, birçoğu öyle dedi ya da bunu kastetti. Ama yanımdaki donuk duruşu ile başka bir şey demiyor şu an bana. Doğduklarından bu yana, geldikleri yeri bilirler, bir de oldukları yeri. Ses etmezler nasıl geldikleri konusunda. Zaten anladığım üzere pek de konuşkan değiller. Miras olarak avuçlarının içinde his biriktirirler. Hem içten gelir, hem de taşıdıkları yüklerden. Hantal kıyafetler içerisinde salına salına kurtuluyorlar hayallerinden. Gerçekleştiremeyeceklerini biliyorlar, çünkü hayalleri en yüksek dağın zirvesinde ya da onlar öyle inandırmışlar kendilerini. Susmanın erdemini yanlış mı anlamışlar ne? Çünkü bilindik bir azim değil mirasın kimsesiz çocukları olmak. Duvarlarla örüyorlar sokakları, evsiz kalmasın insanlar diye. Biliyorlar ezberleri gibi, onlara hiç yabancı olmadıklarını. Acı da vardır, kan da gülen suratlarda, gülemediklerinden o kadar bilmezlermiş bu konuyu. Öyle söylediler. Ya da öyle diyor yanımdaki donuk heykel.

Gariptir ki o arabaları izledikçe ben ona hayranlıkla baktığımı fark ediyorum. Gülesim geliyor, on iki yaşındaki kız çocuğu gibi. Her hatırladıklarında gözleri kocaman kocaman dolar her birinin. Hem on iki yaşını hatırlayan yetişkin bir kadının, hem de hamal olmak için yaşlı olan bir adamın. Akıtmamak için gözyaşlarını çok bakmazlarmış insanların gözlerinin içine. Göz göze gelmenin bir sorumluluk olduğunu bilirler belki de. Sokaklarca duvarları olduğundan bilmezler teşekkür etmeyi. Her cümleleri canlarını yaktığından susmayı daha çok sevmişler. Yoksa yanımdaki asil ama korkak sessizliğiyle bu duruşun başka bir anlamı olamaz.

Bir taksi duruyor önümde. O, hemen bagaja yönelip bavulumu koyuyor içine. Ben kapıyı açıp beyazı andıran sarı arabanın arka koltuğuna oturuyorum. Kapıyı sertçe kapatıyorum, çünkü deneyimliyim. Bu eski arabaların kapıları zor kapanıyor. Bagajın kapısının kapanış sesini duyuyorum. Ön kapı açılıyor, ben de bu sırada "Gence'ye," diyorum şoföre. Ön kapı kapanıyor ama o binmedi. Neden binmedi? Taksici bana bakıyor, ben taksiciye. "Devam edelim," diyorum. Hemen arabanın camından ona bakıyorum. Sanırım ilk defa göz göze geldik şu an. Bana gülümsüyor! Kirli sakalları gamzesini gizleyemiyor bu sefer. El sallamaya başlıyorum ben de ona ve o gitgide küçülene kadar, on iki yaşında bir gülümseme ile onu izliyorum.

Tamamen kayboluyor minik heyecanım sonra. Göremiyorum onu böylece. Bir daha da görememek üzere hızlanıyor yaşlı Ciguli, Tovuz şehrini terk etmek için. Önüme dönüp sağ kapıya iyice yanaşıp yaslanıyorum. Neydi onu, bunu yapmaya iten? Bir hamal neden böyle yapsın? Hem parasını da almadı, isteseydi verirdim. Ben binecek sanmıştım. Sanırım artık bir hamalı özleyeceğim. Özlenecek bir hamal da bulduğuma göre kurtulayım artık kimsesiz kaldığım bu yerden.

Çok misafirperverdiler ama benim dostlarım yoktu. Acaba o hamal ile dost olabilir miydim?

Tabii gerçekten hamal ise...