Güne kahvaltı ile başlıyorsanız Van kahvaltısından bahsetmeden olmaz. Dillere destan Van kahvaltısının bende üç tanımı var:

Yüksek sınıflar için bir hafta sonu, daha doğrusu çalışıyor ise böyük şeherdeki çakmalarıyla tatmin ol(a)muyorsa uçağa atlayıp Van'daki kahvaltı salonlarında bunu tadıp bir Van gezmesi sonrası akşam uçağıyla dönmektir.

Bizim gibi hayatının bir bölmesinde ülkenin doğusunu gören, orada bir süre yaşayan orta sınıf için, yine daha çok hafta sonu çarşıya inip "bugün de burda kahvaltımızı edelim"dir.

Ama gerçek Van kahvaltısı: Evinden işine gider iken yol üstündeki minnak kahvaltı salonundan bütçesi yettiği ölçüde otlu peynir, cacık, biraz da tereyağı ya da bunlara ek yine bütçesi yeter ise bal ve kaymak da ekleyip ve bunlar hazırlanır iken salon işletmecisinin bir çay bardağı sıcak süt ikramını tükettikten sonra, yine yol üstünde fırında oraya has çörekten de alıp işyerinde kahvaltısını yapmasıdır emekçinin.

Zenginin lüksü aslında bir emekçi geleneğidir.

Evinde Van kahvaltısını aratmayacak ölçüde serpme kahvaltısını bize sunan işçi arkadaşıma bunu anlattığımda bana, "Batıda ne yiyorlar?" diye sormuştu.

Ben de simit-poğaça deyince bastı kahkahayı.

 

Siyasi çalışmalarımızın dokusu işlemiştir Van'a.

İnşaat saclarına yaptığımız afişleri engelleyemeyen polis memurları, "Şu inşaat bitse de biz de kurtulsak, siz de kurtulsanız," bile demiştir.

Sabahın köründe yaptığımız 1 Mayıs afişine bizi tanımadığı için çekine çekine yaklaşan yeniyetme memur sorar, "İzniniz var mı?" diye. Sankim düz duvara afiş asmak için izin gerekiyormuş, bu izni veren bir kurum varmış gibi bu soruya biz elimizde matbaadan verilmiş ve evrakın matbaadan çıkışına izin veren savcılık belgesini uzatarak karşılık verdik.

Memur bey anlamaz bakışlarla bir evraka, bir bize bakıp, "Bu iznin süresi ne kadar?" dedi.

Ben de atıldım: "1 Mayıs'a kadar."

 

Emin İgüs'ün türküsündeki gibi bu dünya bir pencere değil ama bu dünya koca bir havuz.

Engin evrenin içinde okyanuslarıyla, denizleriyle bu koca havuzun içinde koskoca Avrupa, Asya ve Afrika kıtaları ya da kara parçaları, onun içinde Karadeniz, Akdeniz, Ege Denizi ve hatta Hazar Denizi arasında Anadolu ve Mezopotamya toprakları, o toprakların içinde en büyük su kitlesi Van Gölü, o gölün içinde tarihi Akdamar Adası...

Ve o adanın kenarından suya girmek, orda yüzmek...

 

Deprem vesilesiyle terk etmek zorunda kaldık doğunun Paris'ini.

Onca yıl Van'da kalmamızı anlamlandıramayan tanıdıklara şunu söylüyordum:

Güzellikleri, iyilikleri hazır bulup konmaktansa, bunları yaratma ve var etme görevi bana daha kutsal geliyor.

Van'dan İstanbul'a en sık git gellerimiz 1 Mayıslar vesilesiyleydi. Hayatımda ilk defa İstanbul'u görmemin ötesindeki şaşkınlığım bundan ibaret değildi.

27 saatlik otobüs yolculuğu sonrasında alelacele geceyi geçireceğimiz yoldaşın evine büyükşehrin koşturmacasında gider iken soluklandığımız kafe ya da büfede gördüğüm manzara ve kafamda oluşan izlenim: "Buralarda da mı TV'den haberler için NTV, CNN TÜRK izleniyor"du. Sankim başka alternatif varmış gibi.

O 27 saatlik yolculuklar yorucudur, bıktırıcıdır, lakin bir gün yolunuz düşerse, "Ülke işte bu kadarmış," demeniz yetmez, o TV'lerde anlatılmayan yokluğu, mahrumiyeti görme fırsatınız olur.

O kadar ki sık sık bu yolu kullanan yeni mezun meslektaşıma, "Bir de otobüsle bu deneyimi yaşayın," demiştim.

Tayinimi İstanbul'a alınca bir dost, "Van'dan İstanbul'a, vay be," demişti. Uçlarda yaşamak böyle bi'şey herhalde.

Trafikte korna yapıp sizi durduran ya da yavaşlatan sürücünün en tatlısı herhalde 65 plakanıza bakıp, "Bizim oralardan mı geldin taa buralara," diyenlerdir.

Ama hepsinden öte Van, bende iz bırakan şey, biricik, tek sevgilim, hayatımın bir tanesi, halen eşim olan kimseyle beni buluşturan şehir olmasıdır.

faxri078@gmail.com