Osmanlı İmparatorluğu, 19. yüzyılın başından itibaren "milliyetler" sorunuyla karşı karşıya kaldı. Özellikle Balkanlar'daki Hıristiyan halklar, merkezi otoriteye karşı ayaklandılar. Yunan ve Sırp prenslikleri, önce özerkliklerini, sonra bağımsızlıklarını elde ettiler. Bu prenslikler, kendi anayasalarını Osmanlı'dan önce yaptılar. Daha sonra Bulgar, Makedon ve Ermeni milliyetçilikleri kendini gösterdi.

19. yüzyıl sonlarına doğru milliyetçilik düşüncesi Müslüman halklar arasında da yer buldu. Önce Arnavutlar ve sırasıyla Araplar, Kürtler ve Türkler...

Türk milliyetçiliği, Jön-Türk ve İttihat-Terakki üzerinden 1908'de II. Meşrutiyet ile birlikte öne çıkmaya başladı. Türkler merkezi devletten ayrılmayı değil, onu devlet-ulusa çevirmeyi hedeflediler.

Osmanlı'da kalıcı ayrımlar dini nitelikteydi ve nüfus milletler halinde sınıflandırılmıştı. Bir Türk'ü gayrimüslimlerden ayıran tek şey diniydi ve Türk kendini, Müslüman milletinin bir parçası olarak duyumsardı. Bu nedenle Hıristiyan-Müslüman zıtlığı Türk kimliğinin temel bir unsuruydu. (François Georgeon, "Osmanlı-Türk Modernleşmesi", çev. Ali Berktay.)

Türk milliyetçiliği, Avrupa milliyetçiliğinden farklı olarak kilise gibi bir kurumdan ya da ruhban sınıfından destek almadı, aksine dine ve ümmet fikrine karşı çıkarak şekillendi. Türk milliyetçiliğini destekleyen bir ulusal burjuvazi de bulunmadığından bu ideolojiyi başlangıçta halktan kopuk, az sayıda aydın destekledi.

Ancak Türk milliyetçiliğinin temsilcileri ulusdevlet kurma yönünde ilerlerken Osmanlı'nın son döneminden itibaren uyguladıkları politikalarla, toplumun en medeni, ticaret, sanat ve zanaat alanlarında en başarılı unsurları olan Ermeni ve Rumları şiddet ve zulümle haritadan sildiler.

Böylece ulusdevlet "Türk" başat kimliğinin baskısı altında şekillenirken, bunun dışında kalan unsurlar ya yok edilecek, ya da asimilasyona uğratılacaktı. Milliyetçilik devletin amaç ve hedeflerinin gerçekleştirilmesi için bir araç olarak düşünüldü, milliyetçiler bu nedenle asker-sivil bürokrasinin yanında yer aldılar.

Bunun sonucu cumhuriyet rejimi, artık başka etnik kimliklerin başat "Türk" kimliği içinde eritilecekleri "tekçi" ideolojiye dayalı "otokratik" bir düzlemde ilerleyecekti.

"Otokratik-tekçi" rejim, Batı ve kapitalizm karşıtı olmadı. Modernleştirmenin (modernleşme değil) getirdiği kültürel yabancılaşma, İslami kültürden kopma sonucu Türkçülüğü ön plana çıkardı.

Ancak nüfusun çoğunluğunu oluşturan Müslüman halkın dini inancının devletin ideolojisi doğrultusunda devletin denetim ve kontrolü altına alınması, Türk milliyetçiliğinin İslam dininin bir mezhebi üzerinden tahkim edilmesi gerektiği düşünüldü.

Cumhuriyet döneminde 3 Mart 1924'te çıkarılan Şer'iyye ve Evkaf ve Erkan-ı Harbiye Umumiyye Vekâletlerinin İlgasına Dair Kanun ile Şer'iyye ve Evkaf Vekâleti kaldırılarak Başvekâlete bağlı Diyanet İşleri Reisliği ve Evkaf Umum Müdürlüğü kuruldu.

Yine 1925 yılında çıkarılan bir kanunla Alevilerin inançlarını ve bunun gereklerini yaşayabilmeleri imkânı ortadan kaldırıldı. Bunun sonucu Alevi-Bektaşi kimliği kendini ifade edebilme imkânını kaybederek Cumhuriyet'in tekçi ideolojisine kurban edildi. Amaç, Alevileri, "Türk" kimliğine eklemlenen İslam'ın Sünni kolu olan Hanefi mezhebi içinde eriterek asimile etmekti.

Cumhuriyet rejimi böylece "tekçi" ideolojisini tahkim edeceği ve dini kendi amaçları için kullanabileceği bürokratik bir kurum yaratmış oluyordu.

Emeviler ile başlayan ve Osmanlı'da da devam eden dinin merkezde iktidar gücü tarafından araçsallaştırılıp yozlaştırılması ve devletin bir aparatı olarak kullanılması geleneği Cumhuriyet tarafından aynen tevarüs edilmiş oluyordu.

Sözkonusu kurumun kurulması, rejimin laik olduğu iddiasıyla da bağdaşmıyordu. Laiklik ilkesi, kuşkusuz din, inanç, ibadet özgürlüğünün ve vicdani kanaatlerin güvence altına alınmasının garantisidir. Ancak laiklik ilkesinin devlet yönetimindeki temel prensibi "dinin devlet işlerine", "devletin din işlerine karışmaması"dır.

Laik olduğunu iddia eden rejim, kurduğu bu kurumla sahih bir laiklik ve onun dayandığı demokrasi idealine sahip olmadığını, ülkeyi otokratik bir düzen içinde yöneteceğini göstermiş oluyordu.

1961 Anayasası ile ilk kez Diyanet İşleri Başkanlığı anayasal bir kurum haline getirildi. 154. madde ile "Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı özel kanunda gösterilen görevleri yerine getirir" düzenlemesi yapıldı.

1965 yılında 633 sayılı Kanun ile Diyanet İşleri Başkanlığı, görev, teşkilat ve görevlilerinin nitelikleri açısından kapsamlı bir kanuna sahip oldu. 1982 Anayasası bu kuruma "yürütme" bölümü içinde "idare" alt başlığı altında yer vererek, 136. madde ile "milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinme" görevini de yükledi.

DİB yapısı, bağlı vakıfları, bağışları, bütçesi, lüks makam araçları nedeniyle de eleştirilmesi gereken bir noktada. DİB'in 2020 yılı bütçesi 2019'a göre 1.1 milyar TL arttı. Böylece bir bürokratik kurum, 16 bakanlıktan 8'inin bütçesini geride bıraktı. Yatırımcı bakanlıkların bütçesini 4'e katladı.

DİB, bütçeden aldığı milyarlarca liralık pay, sahip olduğu binlerce taşınmaz, yurtiçinde ve dışında yaptığı yatırımlar, 100 bini aşan istihdamı ve yönettiği vakıflar ile âdeta devasa bir holdingi andırmakta. Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün 2018 yılında yaptığı tahsisler ile Diyanet'in toplam taşınmaz sayısı 2 bin 17'ye yükselmiş durumda.

Bütçeden aldığı devasa ödenek dışında Hac ve Umre'den, yurtiçi ve yurtdışındaki kurban kesimlerinden ve sahip olduğu vakıflar üzerinden yaptığı yatırımlardan elde ettiği gelirler de hesaba katıldığında, DİB'in devasa bir ekonomik büyüklüğü yönettiği anlaşılmakta.

DİB bünyesindeki en büyük yapılardan biri de Türkiye Diyanet Vakfı... Diyanet İşleri Başkanı tarafından yönetilen vakıf, dünyanın 145 ülkesinde eğitim, kültür ve yardım faaliyetleri yürütüyor.

1977'de Bakanlar Kurulu tarafından alınan bir kararla vakfa 'vergi muafiyeti' getirilirken, 2005 yılında yapılan bir düzenleme ile de vakıf "izin almadan yardım toplayan kuruluşlar" arasına alınmış durumda. Vakfın iştirakleri arasında RTÜK'ten yayın lisansı almış bir TV kanalı ve matbaa da bulunuyor.

Bu kadar büyük bir ekonomik yapıyı yöneten DİB'in gelir ve giderlerinin yeteri ölçüde denetlenemediği, şeffaflık ve hesap verebilirlik kriterlerinin uzağında olduğu da bir gerçek.

Bu durumda kapitalist bir ekonomiyle ve otokratik bir siyasi rejimle bütünleşmiş bir devlet kurumunun İslam adına fetva vermesi kabul edilebilir mi? Muhalefetin kurumun varlığını tartışacağına kurumun başkanının söylemlerini eleştirerek varlığını meşrulaştırması, zihniyetin değişmediğini ve yeni bir inşanın zorluğunu gösteriyor.

Devlete egemen olan anlayış doğrultusunda, din yorumu ve yaklaşımları dönüşebilen, yeri geldi mi müfrit bir milliyetçiliği ve militarizmi meşrulaştıran, yeri geldi mi yolsuzluk meselelerini hutbelerinden çıkarmakta beis görmeyen, iktidarın iflas etmiş ekonomisinde mağduriyet yaşayan insanları şaibe altına sokan vaazlar veren bir kurumun görevini kötüye kullanmasının dışında dinin otantik değerlerinden uzaklaştığı da açık.

AKP iktidarı, kurucu iradenin dini denetim altına alma ve tekçi ideolojisi doğrultusunda kullanma amacına yönelik kurduğu bürokratik bir kurumu kutsallaştırıp güçlendirerek siyasi çıkarları doğrultusunda araçsallaştırmış durumda.

Ayrıca bu kurumun Sünni, Alevi, Musevi, Hıristiyan Ateist, Deist yurttaşların vergilerinden pay alarak sadece Sünnilerin bir mezhebine din hizmeti vermesi kabul edilemez bir adaletsizlik.

DİB'in kaldırılmasının tarikat ve cemaatleri güçlendirip kaosa neden olacağı iddiasının da gerçekle bir ilgisi bulunmamakta. Çünkü Türkiye, zaten tarikatlar ve cemaatler cenneti.

Eğitim politikası uzmanı Prof. Dr. Esergül Balcı'nın 2018'de hazırladığı rapora göre, Türkiye'de belli başlı 30 tarikat ve onlara bağlı 400 kol bulunuyor. Sadece İstanbul'da açıktan faaliyet yürüten tekke sayısı 445.

2.6 milyondan fazla kişinin bir tarikat ya da cemaatle organik bağı bulunuyor. Türkiye'deki 10 bin 53 özel öğretim kurumunun üçte biri bir tarikat ya da cemaat ile bağlantılı. Tarikat ve cemaatlerle bağı olan okullarda öğrenim gören öğrenci sayısıysa 210 binin üzerinde.

Özellikle "Zenginler tarikatı olarak" bilinen Erenköy Cemaati, Süleymancılar, Menzil ve pek çok tarikatın iş ve çıkar ilişkileri bulunuyor. Bu cemaat ve tarikatlara ait şirketler, hastaneler, özel okullar mevcut.

Tarikat ve cemaatlerin en önemli gelir kaynağıysa bünyesinde bulunan işletmelerden elde edilen kârlar ve toplanan bağışlar. Bu yapılar yola çıkış amaçlarından uzaklaşarak kapitalist sistem ve otokratik rejimle uyumlu hale gelerek şirketleşmiş durumda. Bunun dışında sözkonusu tarikat ve cemaat yapılanmaları siyaset ve bürokrasi içinde de etkinler.

Görülüyor ki DİB, tarikat ve cemaatlerin etkinliklerini, ekonomi, siyaset ve bürokrasi alanındaki güç çatışmalarını engelleyebilmiş değil.

DİB kaldırıldığı ve askeri harcamalar denetim altına alındığı takdirde elde edilecek kaynakların eğitim, sağlık, adalet, sosyal güvenlik ve yatırım alanlarında kullanılması ülke standartlarını üst düzeylere çıkaracağı açık.

Dini yaşam sivil topluma bırakılmalı, her kesim kendi ibadethanesini yapmalı, kendi din adamını istihdam etmeli, devlet mali ve hukuki konularda denetim görevini yerine getirmeli.