Seçim yaklaşıyor ve AK Parti işini garantilemek için dört koldan hazırlık yapıyor.

Sosyal medyanın da sepete konulduğunu gördük.

Malum, seçim barajı yüzde 7'ye iniyor, muhalif küçük partilerin ittifaka katılması zorlaştırılıyor. Seçim ve Siyasi Partiler yasalarında iktidar lehine ilave değişiklikler geliyor. Seçmen gücünü dağıtmak ve kilit rolünü sonlandırmak amacıyla HDP kapatılmanın eşiğinde. Bozulan algısını düzeltmek için sivil makyajlı anayasa taslağı hazırlıyor. Ekonomiyi toparlama ve istihdam yaratma iddiasıyla, pembe programlar piyasaya sürülüyor. Milli spor haline gelen temel atmalar, açılışlar ve kurdele kesmeler birbirini izliyor.

Orman yangınlarının ortasında, birkaç sorumsuzun provokatif paylaşımını gerekçe göstererek, sosyal medyayı hizaya getirmeyi amaçlayan sansür ve ceza yasası çıkarmak, iktidarın bildiğimiz demokrasi ve özgürlük karşıtı performansına uygun bir adım.

Zaten geleneksel medya AK Parti'nin kontrolünde. Şimdi de halkın ve muhalefetin sesini duyurabildiği son ve yegâne imkân sosyal medya hedefte.

Talimat Cumhurbaşkanı Erdoğan'dan

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın, "Meclisin açılmasıyla birlikte sosyal medyaya yönelik bir çalışmanın yapılması gereğine inanıyorum. Hiçbir dijital mecra hukuktan azade değildir" dediğini biliyoruz.

AK Parti MYK toplantısında ise, "Kemal Kılıçdaroğlu'nun yaptığı şey yalan haber yayma değil. Dezenformasyon. Bu terör suçu ile eşdeğer tutuluyor ve ona göre ceza veriliyor. Biz de yalan haberin yanında dezenformasyon suçunu tanımlamalıyız ve buna göre cezalar getirmeliyiz. Bu konuda bir çalışma yapalım. Birçok ülke bu konuda hukuki adımlar attı. Biz de gündemimize alalım" talimatı verdiği aktarılıyor.

Alper Görmüş'ün Serbestiyet'te yayınlanan geçen haftaki yazısında, "Bizim asıl mücadele edeceğimiz, bireysel paylaşımlar değil, örgütlü ve bilinçli dezenformasyon. Örneğin, birisi Türkiye Cumhuriyeti devletinin uluslararası alanındaki itibarına dönük bir paylaşımda bulunuyor, arkasından bir internet sitesi haber yapıyor, bir bakıyorsunuz öbürü basın toplantısı düzenlemiş. Yani kendi aralarında koordinasyon içerisinde, örgütlü bir yapıyla karşı karşıya kalıyorsunuz. Bu düzenlemenin amacı bu tür paylaşımları engellemek" şeklinde, iktidarın yaklaşımını gösteren net bir aktarımı paylaştı.

Haklı gerekçe mi, yoksa bahane mi?

Hazırlıkların başındaki TBMM Digital Mecralar Komisyonu Başkanı Ak Parti Milletvekili Hüseyin Yayman ise, "Sosyal medya düzenlemesinin bir yasaklama, sansür, ceza düzenlemesi olmayacağını; ortaya çıkan yalan haber, dezenformasyon, itibar suikastı, ırkçılık, şiddet, nefret dili, demokrasileri tehdit eder hal kazandığını; sosyal ağların kendilerini hükümetler üstü görür hale geldiğini" ileri sürdü.

Yayman, aynı konuşmasında, "Dünyanın, küresel dijital oligarklar tarafından bir dijital diktatörlüğe götürülmek istendiğini" iddia etti. "Sosyal ağların, demokrasileri tehdit etmesi, hukuk için tehdit oluşturması, mahkeme yerine geçerek sosyal medya mahkemesi kurulmasının" sözkonusu olduğunu ileri sürdü. Bunun "üzerinde düşünülmesi gereken bir durum olduğunu, çağdaş ülkelerde, Avrupa'da hangi uygulamalar varsa, Türkiye'de de aynısının olmasını istediklerini, çağdaş normlara uygun düzenlemeyi iktidar muhalefet hep birlikte sağlayacaklarını" ileri sürdü.

2007 şartlarında çıkarılan 5651 sayılı, "İnternet ortamında yapılan yayınların düzenlenmesi ve bu yolla işlenen suçlarla mücadele edilmesi" yasasını, AK Parti'nin yeterli bulmadığı, muhalefetin sesini kısmak için sosyal medya ağlarına yönelik daha sert tedbirler istediği görülüyor.

Mevcut yasalar ve cezalar iktidara yetmiyor

Halen terör propagandası, dezenformasyon, yalan haber, nefret suçları, hakaret ve kişilik haklarını zedelenmesi vb. suçları karşılayacak çok sayıda yasa var. Buna rağmen iktidar, sosyal medya alanını da kritik seçim öncesinde muhalefete kapamakta kararlı.

İktidar yandaşı gazeteciler, "Sosyal medya PKK'lıların, FETÖ'cülerin, mafyanın, ülkemize karşı beşinci kol faaliyeti yürüten yabancı istihbarat servislerinin cirit attığı bir alana dönüştü. Bu anlamda sosyal medya artık bizim için bir 'milli güvenlik' sorununa dönüştü. Mutlaka bir düzenleme yapılması gerekiyor" diyerek, yasa hazırlığına hararetle destek veriyorlar.

İçişleri, Adalet ve Ulaştırma Bakanlıkları ile İletişim Başkanı Fahrettin Altun, TBMM Adalet Komisyonu Başkanı Yılmaz Tunç, AK Parti Grup Başkan Vekili Mahir Ünal ve Meclis Dijital Mecralar Komisyonu Başkanı Hüseyin Yayman ilk ortak toplantılarında çerçeveyi belirlediler. Özellikle Almanya modelinden yaralandıkları kamuoyuna yansıdığına göre, onu da dikkate alan değerlendirmeler yapmak uygun olur.

Aslında sosyal medya yeni bir özgürlük mecraı sayılır. Kültürü ve ilkeleri henüz tam oluşmadı. Aşırılıklar, kişilik haklarına saldırı, nefret suçları vb. yaşanabiliyor. Şüphesiz insan hakları ve düşünce özgürlüğünü zedelenmeden, bazı düzenlemelere gidilebilir. Ama sui misallerden hareketle, bu özgürlük alanını fidan halindeyken kökünden söküp atmak, doğru bir politika olamaz.

İktidarın bakışında kontrol altına alma hırsı kendini hemen belli ediyor. Bu mecraın varlığından, yarattığı geniş anonim özgürlük ikliminden hoşnut değiller. Bugüne değin gösterdikleri pratik de baskı, engelleme ve cezalandırma yönünde oldu.

Maksat yalanla mücadele mi?

Hazırlık "Yalan haber ve dezenformasyonla mücadele" gibi masum bir başlıkla duyuruldu. Sansür, baskı, sınırlandırma, susturma ve cezalandırma amacı sızan bilgilerden görülüyor. Ayrıca, partili cumhurbaşkanına yönelik eleştirilerin düşünce özgürlüğü kapsamına alındığını gösteren bir maddenin olmaması bu kanaati pekiştiriyor.

Birkaç başlık var; biri sosyal ağ sağlayan şirketlerin, mali ve hukuki muhatap bulundurması. Kullanıcı bilgisi istendiğinde ilgililere verilmesi. Sakıncalı içeriğin emniyete bildirilmesi ve zamanında kaldırılması. Geçen yıl çıkan yasaya rağmen sonuç alınamadığı görüldü. Konu tekrar gündeme getiriliyor. Galiba niyet ağ sağlayıcı şirketleri sanki emniyetin yan kuruluşu haline getirmek ve şüpheli hesaplar listesi oluşturmalarını sağlamak. Bunu şirketler kabul eder mi, ileride göreceğiz.

Yalan haber ise taslağın en kritik konusu. Yalan haberin, terör propagandasının, dezenformasyonun ve örgütlü davranışın kriterlerinin neler olacağı, kriterlerin kime ve neye göre belirleneceği hakkında ciddi soru işaretleri var. En önemlisi de bunu kim belirleyecek? Birçok haber tanımı olduğu gibi, çok sayıda yalan haber tanımı da bulunduğunu deneyimli gazeteciler belirtiyor. Hele toplumsal konumlar, sınıflar, ideoloji ve inanç alanlarındaki farklılıklar, yalan ve dezenformasyon iddiasına yansıdığında, konunun nasıl ele alınacağı belirsizliklerle dolu. Nesnel ve evrensel kriterlerin vakalara kim tarafından yansıtılacağı da tartışmalara yol açacak gibi görünüyor. Bugünkü gibi "iktidar güdümündeki kurumlara ve uygulamalara benzer bir durum oluşur" endişesi çok yüksek. Bu nedenle de "sansür, engelleme ve cezalandırma" uygulamasının baskın olacağı öngörülüyor.

Yargı nerede?

Bir de işin 1 yıldan 10 yıla uzanan hapis cezası ve belli bir süre için sosyal medya ağlarına girememe yönü var. İktidar güdümünde yalan tanımının yapıldığı andan itibaren diğer sonuçlar zincirleme olarak devreye giriyor.

Yani, yargı kararı olmadan yalan ve dezenformasyonun tanımı yapılacak; vakanın ona uygunluğunun belirlenmesi, ağ sağlayıcı şirkete durumun bildirilip gerekli hem müdahalenin sağlanıp içeriğin kaldırılması sağlanacak, hem kullanıcı bilgilerinin temin edilecek ve takiben görevlendirilmiş yargı kurumları devreye girecek. Yurttaşın ve muhalefetin aksi yöndeki hak arama sürecinin ise ne kadar ağır ve engebeli bir süreçten geçtiğini ve telafisi imkânsız mağduriyetlerin nasıl yaşandığını ise hepimiz biliyoruz.

Sözgelimi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne (AİHS) uymayı taahhüt etmiş bir ülkeyiz. Ama ceza ve tutukevlerinde görüş, açıklama, tweet ve çeşitli paylaşımları nedeniyle bunca gazeteci, politikacı ve sade yurttaş var. İktidarın ifade özgürlüğü uygulamalarının bu sözleşmenin 10. maddesinin hükümlerine uygun olduğunu söyleyebilir miyiz?

Konuyla ilgili üçüncü önemli nokta da yalan haber ve dezenformasyonla mücadelenin hangi birim altında sürdürüleceğidir. Kamuoyuna yansıyanlara bakılırsa, Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu ya da Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) bünyesinde Sosyal Medya Başkanlığı kurulacak. Bu kurumlarda gerçek bir özerklik olmadığı gibi, iktidara bağımlılıklarının had safhada. Bunların çatısı altında denetlenmesi veya benzeri bir kurumun kurulması işleyiş bakımından farklı bir sonuç üretmeyecektir.

Sonuç olarak, halkın ve muhalefetin nefes aldığı bir sosyal medya kalmıştı; AK Parti iktidarının ona da tahammülü kalmadığı görülüyor.