Son derece güzel bir akşamüstü ışığında, gelecek arabalı vapuru bekliyorum. Martılar kendilerini sakin sonbahar rüzgârına bırakmış, kanat çırpma zahmetinde bile bulunmayıp öylece salınıyorlar. Karşıda Galata Kulesi sanki uzanıp tutacakmışım kadar yakın görünüyor. Hayat, vitesi boşa almış gibi, sesler garip bir şekilde en düşük seviyesine inmiş. Stresli işgününün sonunda ödül gibi gelen bu huzur anlarını doya doya yaşıyorum. İyice azalttığım sigaradan bir tane içmenin tam zamanı.

Sigarayı yakıyorum ve ilk nefesi çekip sessizliğin ne kadar güzel olduğunu düşünürken telefonum çalıyor. Ekrandaki ismi görünce "Eyvah!" diyorum.

Tiz sesli, heyecanlı ve uzun uzun konuşan arkadaşım arıyor. Ne olurdu sesi biraz daha pes olsa, bu kadar heyecan yaratmasa ve biraz da kısa kesse.

"Neredesin," diye soruyor aniden. Soru ani olduğu için yalan kıvırmaya vakit bulamıyorum.

"Feribot kuyruğunda bekliyorum," diyorum.

"Çok iyi, rahat rahat konuşabiliriz," diyor. İkinci 'eyvah' patlıyor içimde.

Aslında hayatımda sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek, sonuna kadar güvenebileceğim insanlardan birisi olur kendisi. Onu seviyorum ama sesi ve konuşma tarzı kulaklarıma öylesine batıyor ki sanki dişçi koltuğundaymışım gibi geriliyorum. Alışverişe çıkmış, beğendiği elbise satılmış, gideceği toplantıya ne giyecekmiş gibi iş çıkışı beni hiç çekmeyen bir muhabbetin içinde buluyorum kendimi. Aslında derdinin bu olmadığını tahmin ediyorum ve asıl meseleyi öğrenmek için bekliyorum. Dinlediğimi göstermek için de ara sıra kelime olmayan sesler çıkarıyorum.

Sabır kaslarımı biraz daha çalıştırıp hâlâ asıl konuya girmediğini düşündükten sonra, "Sıra geldi, vapura gidiyorum," diyorum ve kulaklarımı bu zorlu sınavdan şimdilik kurtarıyorum.

Kapatırken, "Eve gidince ara," talimatını veriyor.

Dışarıdan "tamam", içeriden "eyvah" diyorum üçüncü defa.

Vapura binince arabayı denize yakın bir yere park etmeyi başarıyorum. Görevliler bazen ısrarla tuvaletin tam yanındaki bölümü gösteriyorlar. Bu sefer şansım yaver gidiyor. Arabanın camını açıp koltuğu yatırıyorum. Derin bir nefes alıp gözlerimi kapatıyorum. Tuvaletten gelen kükürt kokusu yerine denizden gelen iyot kokusunu çekiyorum içime. Biraz önce uçarken gördüğüm martıların sesini duyuyorum. Muhtemelen bir süre daha takip edecekler vapuru. "Martısız bir İstanbul nasıl olurdu," diye düşünüyorum, sonra "Saçma," deyip vazgeçiyorum. Bunca şiir, öykü, martısız nasıl yazılırdı? Vapurun karşı kıyıya yanaştığını çalıştırılan motor seslerinden anlıyorum. Koltuğu düzeltip ben de çeviriyorum anahtarı.

Trafikte bir süredir yaptığım gibi sesli öyküme kaldığım yerden devam ediyorum. Seslendirenin tonu ve tarzına bağlı olarak öykünün içine giriyorum ya da sık sık kopup kendimi başka düşünceler içerisinde yakalıyorum. Öyküde adamın biri, seneler önce öldükleri haberini aldığı, çocukluğunun ramazan davulcusu ve oğlunun fotoğraflarını mahallesinde ramazan boyunca sahurda davul çalacaklarını bildiren ilanda görünce baba ve oğlun peşine düşer. Zaten geceleri uyuyamayan kahramanımız ramazan geceleri boyunca onlara rastlamak umuduyla mahallede bir aşağı bir yukarı volta atar ama ne hikmetse onları yakalayamaz. En sonunda nasıl olsa bayramda bahşiş almaya geleceklerini düşünür ve peşlerini bırakır. Bayram sabahı olmuş, davulcular bahşiş almaya gelmemişlerdir. Nadiren görebildiği apartman görevlisini bu sefer kolayca bulup davulcuları sorduğunda, "Gitti onlar, size de bu mektubu bıraktılar," cevabını alır. Heyecanla mektubu açınca tek cümleyle karşılaşır. Mektupta, "Bahşiş sadece uyuyanlardan alınır," yazmaktadır.

Öyküyü dinlerken yolu nasıl bitirdiğimi anlamamıştım. Arabayı park edip eve girdim.

Eve girmeden önce bagajda hazır bulundurduğum kedi mamasını, kapıda gelmemi bekleyen sokak kedisi için yanıma alıyorum. Beni yanıltmıyor ve mamasını veriyorum. Eve girdiğimde insanlarını bekleyen iki kedi tarafından mırıltılarla karşılanıyorum. "Hoş bulduk," diyorum.

Sonra ev kıyafetlerimi giyip akşam yemeğini hazırlamak üzere mutfağa koşuyorum. O sırada heyecanlı arkadaşım yine arıyor. Sevgilisine kızgınsa ondan bahsederken isminin başına "mal" sözcüğünü ekliyor. Eğer araları iyiyse "Cancan" diyor, değilse "Malcan". Malcan diye bahsettiğine göre, "Yine kızdırmış belli," diye düşünüyorum.

"Ne oldu," diye soruyorum. Fındıkkabuğunu doldurmayacak bir sürü şey anlatıyor. Sesimi çıkarmadan dinliyorum. Biliyorum sadece içini dökmeye ihtiyacı var, kendi bildiğini okumakta üstüne kimsenin rekabet edemeyeceğini anlayacak kadar uzun zamandır tanıyorum onu.

Uzun uzun anlattıktan sonra benden cevap beklediği için susuyor.

"Mal Can'ın yongasıdır," diyorum gülsün diye. Başarıyorum, korku filmlerindeki cadılar gibi tiz bir kahkaha savuruyor. Buradaki tizlikten hiç rahatsızlık duymuyorum.

"Düşünsene," diyorum, "sözün doğru olduğunu kabul edersek Mal ile Can'ı birbirinden ayırmak mümkün görünmüyor. Paket halinde alıyorsun."

Karşılıklı gülüyoruz bu sefer. Kafası dağılıyor, hak veriyor. Bir süre daha dedikodu yaptıktan sonra telefonu kapatıyoruz. Nedense benim de üzerimde bir hafifleme oluyor.

Bir sigara yakıp balkona çıkıyorum. Gökyüzündeki martı seslerine uzaktan bir davul sesi eşlik ediyor. Ya da bana öyle geliyor.