DTP'nin kapatılmasından önce 2 Mayıs 2008 tarihinde kurulan Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) de önceki partiler gibi yeni bir anayasa yapılmasını, Kürt dilinde eğitimi ve merkezileşmiş siyasi yapıya karşı adem-i merkeziyeti savunmaya başladı. Sivil itaatsizlik eylemleriyle Kürt taleplerini kamuoyuna yansıttı.

Halkların Demokratik Partisi (HDP) ise, BDP, Devrimci Sosyalist İşçi Partisi, Emek Partisi, Ezilenlerin Sosyalist Partisi, Sosyalist Demokrasi Partisi, Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi, Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi gibi solcu partilerin yanı sıra, feminist hareket, LGBT dernekleri, sendikalar ile Alevi, Ermeni ve Pomakları temsil eden etnik girişimlerin dahil olduğu Halkların Demokratik Kongresi (HDK) oluşumunun partileşme kararı almasıyla ortaya çıktı.

27 Ekim 2013'te yapılan kongreyle Halkların Demokratik Kongresi'nin partileşmesi ile Halkların Demokratik Partisi adını aldı. Ertuğrul Kürkçü ve Sebahat Tuncel, eşbaşkan seçildi. 22 Haziran 2014'te yapılan kongrede eşbaşkanlığı Figen Yüksekdağ ile Selahattin Demirtaş devraldı.

HDP 2015 genel seçimlerine parti olarak katılmaya karar verdi ve ülkede uygulanan % 10 seçim barajı nedeniyle HDP'nin parti olarak seçime katılması çeşitli tartışmalara konu oldu. Parti, 7 Haziran 2015 genel seçimlerinde % 13.12 oy alarak 80 milletvekiliyle TBMM'ye girdi. AKP'nin aldığı oylar ise geriledi ve milletvekili sayısı güvenoyu için yeterli olacak sayının altına düştü.

HDP'nin bu başarısının devletle özdeşleşmiş Cumhur İttifakı'nı rahatsız ettiği seçim gecesi anlaşıldı. MHP Genel Başkanı seçim gecesi HDP'yi siyaseten sahanın dışına iten ve ötekileştiren açıklamalarda bulundu.

17-25 Aralık soruşturmasıyla sıkışan ve güç kaybeden Cumhurbaşkanı Erdoğan, HDP'nin "Seni başkan yaptırmayacağız" söylemiyle seçimde başarı sağlayan HDP'yi dışlayarak eski rejimle uzlaşmaya gitti. Dolmabahçe protokolünü reddederek barış sürecini sona erdirdi. Ahmet Davutoğlu koalisyon görüşmelerinden sonuç alamayınca, 7 Haziran seçimlerinden 45 gün sonra, Kasım'da tekrar seçim yapılması kesinleşti.

Seçim kararı alındıktan hemen sonra 20 Temmuz'da Suruç'ta 32 kişinin ölümü ve 104 kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan bir katliam gerçekleşti. Bu vahşi eylemle ilgili soruşturmada hiçbir gelişme sağlanamadığı gibi, aileler ölülerinin eşyasına ve otopsi raporlarına ulaşamadı. Meclis araştırması engellendi. Azmettirenler perdelendi.

Bu katliamdan hemen iki gün sonra Ceylanpınar'da iki polis, kaldıkları evde silahla vurularak öldürüldüler. Bu cinayeti PKK üstlenmedi. Ancak PKK şiddet alanına çekilmiş oldu ve şiddet eylemlerine başladı. 20 Temmuz-10 Ekim arasında yani 82 günlük sürede 145 güvenlik görevlisi öldürüldü. Operasyonlar sırasında kaç PKK'lının, kaç sivil yurttaşın öldüğü bilinmiyor.

1 Kasım 2015 seçimlerine bu atmosferde gidildi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, 7 Haziran'dan sonra AKP'ye izlettiği strateji ve uygulattığı güvenlik politikalarıyla hem MHP'den hem HDP'ye oy veren muhafazakâr Kürtlerden oylarını geri aldı. HDP barajı kıl payı geçerek 59 milletvekili çıkardı.

Devlet iktidarı ABD'nin İncirlik Üssü'nü kullanma isteğini karşılayarak seçimden sonraki süreçte içte ve dışta PKK’ya operasyon düzenleme imkânını elde etmiş oldu. PKK barış sürecinde şehirlerde yerleşmiş, örgütlenmiş ve fiilen yarattığı durumun süreç sonunda yasal hale gelmesini beklemeye başlamıştı.

Böylece PKK kırsaldan şehre gelerek kendi mevzilerini buralara taşımıştı. Artık sürecin sonunda özerkliğe dayalı bir yapılanmayla siyasi sisteme bağlanmayı umuyordu. Rejimin bu konudaki kırmızı çizgileri aşılmış durumdaydı. TSK bu durumdan rahatsızdı. Başkanlık hedefini gerçekleştirmede ve AKP'nin oylarını artırmada artık barışın değil, kamu düzeni-istikrar vurgusu üzerinden gerilim ve savaşın etkili olacağı düşünüldü.

İki yıllık şiddetsiz bir süreçten sonra devlet yine 1990'lardaki şiddet politikasına daha da vahim uygulamalarla dönerek 100 yıllık zihniyetin değişmediğini gösterdi. Tabii bunda Erdoğan'ın HDP'yi PKK ile özdeşleştirerek baraj altına düşürme niyeti ön plandaydı.

Asker ise çok önceden PKK ve KCK'nın şehirlerdeki yapılanmasına müdahale edilmesini istiyordu. Nitekim tanklar, bombalar şehirlere yapılan operasyonlarda kullanıldı. PKK da devlet şiddetinin örgüte yarar sağlayacağını hesap ederek, kentler içinde hendek ve barikatlar kurup herkesin kaybedeceği ve sivillerin de öleceği bir savaşı göze aldı.

Operasyon yapılan şehirlerde hak ve özgürlükler askıya alındı, çatışmalarda halktan ölenler oldu. Bütün bu çatışmalarla birlikte insaniyetin yerle bir edildiği, onarılmaz travmalara neden olan insanlık dışı ve suç oluşturan eylemler gerçekleşti.

Bu insanlık dışı eylemlerden biri Şırnak'ta meydana geldi. HDP Şırnak Milletvekili Leyla Birlik'in kayınbiraderi olan Hacı Lokman Birlik, özel harekât polisleri tarafından öldürüldü. Ardından Hacı Lokman'ın cesedi bir polis panzerinin arkasına bağlanarak hakaretlerle yerlerde sürüklendi. Cesedin polis aracının arkasına bağlanarak metrelerce sürüklendiğini gösteren fotoğraf, önce @J_I_T_E_M adlı Twitter hesabından paylaşıldı. Hesapta, "Ben askerime, polisime leş taşıtmam..." sözleri yayınlandı.

Bu korkunç olaydan sonra benzer bir iddia da Silvan'dan geldi. Sokağa çıkma yasağı ile birlikte 4 gün boyunca yoğun saldırıların yaşandığı Konak Mahallesi'nde yaşayan 17 yaşındaki Vedat Akcanım'ın bir evin çatısından atılarak öldürüldüğü, boynu panzere zincirlenmiş bir şekilde çıplak vücudunun hakaretler edilerek yerlerde sürüklendiği görgü tanıklarınca iddia edildi. Ancak fotoğraflanıp servis edilmediği için kamuoyu farkında olmadı.

Sur, Cizre, Nusaybin, Yüksekova gibi yerleşim birimlerinde göç eden, evleri yıkılan, operasyonlar sırasında öldürülen, cesetleri aşağılanan ve gömülemeyen insanlara yönelik insanlık ihlallerinin boyutları ancak bir yüzleşme sürecinde görülebilecek.

Bunun yanı sıra asker ve polis ölümlerinin Batı'da yarattığı travma empati yapma imkânını zayıflattı. Kişi ve toplum psikolojisinde meydana gelen bu travmanın etkileri ödenmesi gereken bir bedel olarak önümüze geldiğinde anlaşılacak.

HDP, emek sömürüsünü ortadan kaldırmayı, Türkiye'de barışı ve özgürlüklerin kazanılmasını sağlamayı benimseyerek kurulduğunu, ayrıca mevcut kapitalist sisteme solcu muhalif hareketi birleştirerek köklü bir değişim getirmeyi hedeflediğini belirtti.

HDP'yi milliyetçilik denizinde hayat bulan diğer bütün muhalefet partilerinden farklı kılan husus, etnik kimlik taleplerinin ötesinde herkes için tutarlı bir yaklaşımla sahih bir demokrasi, özgürlük, yerelde katılımın güçlenmesi ve hukuk talebiydi. Aslında otokrasinin temsilcisi olan devlet iktidarını rahatsız eden husus buydu.

HDP, vicdani ret hakkını savunarak hak ve özgürlüklerin alanını genişletiyor, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın varlığını eleştiriye tabi tutarak sahih bir laikliği savunuyordu. Devletin mağdur ettiği tüm kesimleri içinde barındırarak birbirleri için empati yapmalarını sağlarken toplum, yani "biz" olmanın yolunu gösteriyordu.

Süreç, HDP'nin kazandığı belediyelere seçimden hemen sonra halkın iradesini gasp edecek şekil ve yoğunlukta kayyum atanması, HDP binalarına yapılan saldırılar ve işlenen cinayetler, faillerin âdeta devlet koruması altında gözetilmeleri, eşbaşkanlar dahil birçok HDP üyesinin tutuklatılarak parti teşkilatının zayıflatılmaya çalışılmasıyla devam etmekte.

Nihayet suç ve delil icat etme geleneğiyle HDP'nin kapatılması için Anayasa Mahkemesi'nde dava açılması Cumhur İttifakı ile yüzünü gösteren devlet iktidarının çoğulcu, katılımcı, özgürlükçü, barışçı bir demokrasiden ve evrensel hukukun üstünlüğünden ne kadar korktuğunu göstermekte.

HDP'nin Kandil-Öcalan gerçeğini inkâr etmeye zorlanması haksızlık. Barış sürecinin baş mimarı olan AKP'nin Kandil-Öcalan gerçeğini meşrulaştırdığı açık. Üstelik son seçimlerde siyasi çıkar uğruna Öcalan'dan medet umularak mektuplar paylaşılması, TRT'nin bu yönde araçsallaştırılması karşısında HDP'ye yüklenmek gayri ahlaki.