Yeni Koronavirüsü dünyanın sağlığıyla oyuncak gibi oynuyor. Kimi kapitalist, kimi sosyalist anlı şanlı devletler bu yayılmacı mikroskobik tehdit karşısında perişan haldeler.

İster devlet, ister özel olsun, sağlık sistemleri her sınıftan vatandaşlarını salgından pek koruyamadı. Çoğu hazırlıksız yakalandı. Bazıları şaşkın ve dağılmış durumda.

Bu arada yıllardır dünyayı ve ülkeleri meşgul eden mühim bütün siyasi mevzular mecburiyetten şimdilik bir kenara alınıyor.

Korunmaları için büyük devlet fonlarının, olağanüstü imkânların ve sayısız kadronun seferber edildiği siyasi liderler birer birer gözle görünmez düşmanın pençesine düşüyorlar.

Onca koruma kalkanına rağmen liderlerini bu beladan koruyamayan devletler sistemlerinin güvenilirliğini sorgulamayı şimdilik erteliyorlar.

Herkes umudunu kuzey yarımküreye yaz mevsiminin gelmesine başlamıştı ki sıcaktan kavrulan Afrika ülkelerinden art arda vaka ve ölüm haberleri gelmeye başladı.

Bütün dünya yağmur duasına çıkar gibi, biran önce aşının bulunup uygulamaya geçilmesini bekliyor. Aşının bulunduğunu söyleyenler ise kitlesel üretim için zaman ihtiyaç olduğunu ileri sürüyorlar.

Dünya böyle sarsıcı bir salgının ağına düşünce, tahmin edileceği gibi komplo teorileri de sökün etti. Çin ABD’yi, ABD Çin’i virüsü bulaştırmakla suçladı. Her zaman olduğu gibi ilaç firmalarını hedef durumunda.

İnsanlığın başına bu yaygınlıkta ve şiddette gelen ilk felaket yeni korona virüs olmadığı için, tarihte yaşanmış salgınların hikâyelerini anlatmak, görüldüğü ülkeleri ve kayıp sayılarını vermek son günlerde medyanın önemli çalışma alanlarından biri haline geldi.

Türkiye’nin umulmayan başarısı

Bu arada hiç umulmayan bir şey oldu ve Türkiye Covit-19 konusunda vakitlice en başarılı tedbirleri alan ve gelişmeler hakkında açıklık ilkesine uyduğu ileri sürülen ülke olarak dikkatleri üzerine çekti.

Olur olmaz her konuyu sansüre bağlayan, yazanı çizeni sık sık cezaevine yollayan bir ülke için bu durum çoğuna haklı olarak şaşırtıcı geldi.

Bu konuda Sağlık Bakanı’nın hakkını teslim etmek gerekiyor. Baştan itibaren panik havası yaratmadan gerekli adımların atılmasını ve devlet kurumlarının koordinasyonunu sağladı. Şüphesiz iktidar da topyekûn bu çalışmaların arkasında durdu.

Gerçi tam tersi yönde görüşler de var. Aslında virüsün Türkiye’ye çoktan girdiği ama hastanelerin ilgili bölümlerine durumu saptayacak test kitinin verilmediği; 50 milyar dolarlık fondan pay almak hesabıyla son bir iki günde “Bizde de var” denilerek ortaya çıkıldığı ve konunun bu amaçla köpürtüldüğü iddia ediliyor. Buna inanmak elbette kolay değil.

Ama halkın salgına karşı sergilediği duyarlılığı ve abartıyı, tıpkı kıtlık ve savaş yıllarındaki vurguncular gibi, kolonya ve maske vurgunlara dönüştürmek isteyenlerin peydahlandığı da bir gerçek.

Açık söylemek gerekirse, sosyal medya konuya dair asparagas ve bilimsellik kisveli hurafeler de ortalığı kasıp kavuruyor. Buna rağmen sorumlu kurumlar ve yetkililerin yaptığı saydam ve serinkanlı bilgilendirmeler son derece olumlu ve eğitici rol oynuyor.

İktidar ve muhalefet uyumu

Epey zamandır izlediği politikaların yarattığı açmaz ve tıkanmalar nedeniyle İktidarın toplumsal desteği zayıflama eğilimi içindeydi. Bir süredir bu durumu sorgulanmakta olan iktidarın korona virüsüne karşı yürüttüğü dakik mücadele nedeniyle, uzaklaşan taraftarlarının kısmen yeniden ona yönelebileceği bir zemini bulduğu ileri sürülüyor. Şüphesiz bunu da zaman gösterecek.

Bilindiği gibi, 1980’lerin sonundan itibaren başlayan küreselleşme döneminde Türkiye uluslararası planda yoğun ve geniş ilişkileri ağına sahip bir ülke haline geldi. Şüphesiz dünyayı kuşatan böyle salgın karşısında böyle bir ülkeyi korumak kolay bir iş değil.

Eğer Türkiye koranavirüs salgınını az hasarla atlatırsa, bunun iktidar adına önemli bir başarı olacağı aşikâr. Karnesine yazılacak her olumlu puanı da hakkıyla elde edilmiş olacaktır.

Bir salgınla mücadele sadece merkezi hükümetin aldığı tedbirlerle başarılamaz. Yerel yönetimlere de önemli roller düşmektedir. Bu bakımdan muhalefetin yönetiminde olan İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyükşehir belediye yönetimlerinin de gösterdiği çaba hiç göz ardı edilemez.

Bu belediyelerin iktidarın politika ve tedbirleriyle koordinasyon içinde çalışmalarının, uyumlarının, özel gayret ve hassasiyetlerinin altı çizilmeye değer. Belki de onların bu uyumu, salgının daha çabuk ve az hasarla alt edilmesini sağlayacaktır.

Buharlaşan “beka” sorunu

Tabii bu salgın iktidar, muhalefet, sınıf, ırk ve inanç farkı gözetmeden herkesi etkisine alıyor. Ülkenin neredeyse bütün önemli sorunları görünürde geri plana düşmüş gibi görünüyor.

Halbuki dışarıda Suriye ile Libya’da savaş halleri ve Doğu Akdeniz’de giderek artan gerilim; içeride tıkan başkanlık rejimi, demokrasi ve adalet talepleri, medya ve özgürlükler sorunu, alıp başını giden ekonomi açmazlar ve artan işsizlik, vb. dertlerimiz alttan alta derinleşerek devam ediyor.

Yıldıray Oğur’un Karar Gazetesi’nde yayınlanan “Bir virüs nasıl dünyayı değiştirebilir?” (14 Mart 2020) başlıklı yazısında çok güzel ifade ettiği gibi, Covit-19 gündeme düşünce iktidarın bir türlü vazgeçemediği “beka” söylemlerinin nasıl buharlaştığına dikkat çekiyor.

Siyasetimizin bildik ve köklü meselelerinin, ne spor müsabakaları ve diğer etkinlikleri gibi ertelenmesi, ne de buharlaşıp kaybolması sözkonusu. Ara vermeden derinden derine işlemeye devam ediyor.

Hatırlasınız, korona virüs öncesinde bir numaralı gündemimiz, yıllarımızı alan ve hayatımızın her anına nüfuz eden “beka” sorunumuz Suriye meselesi, onun saçaklanmış son aşaması olan İdlib anlaşmazlığıydı.

Konu birden sessizliğe büründü. Halbuki bırakın İdlib’de savaşmayı filan, neredeyse Meclis’te bile karşılıklı mevzilere girmiştik. Ağır suçlama ve sıfatlar havalarda uçuşuyordu. Nereden nereye!..

Ortak devriyeler

Hakikaten, Rusya ile “savaşa ha girdik, ha gireceğiz” noktasına gelmiştik. Neyse ki, iktidarın gurur meselesi yapmayıp, atlayıp topluca Moskova’ya gittiğini ve orada Putin’le Erdoğan’ın “uzlaştığını” gördük. Ortamın “Dostum Putin” hitabının yeniden devreye gireceği kadar yumuşamasına tanık olduk.

İdlib meselesinde yeniden ateşkesin sağlanması iktidara korona virüse karşı mücadelesinde nispeten sorunsuz ve barışçı bir ortam sundu.

15 Mart itibariyle Türkiye ve Rusya M-4 karayolunun 6’şar km kuzey ve güneyindeki şeritlerde ortak güvenlik devriyelerine çıkma hususunda anlaşmaya vardılar. Çatışmayı geçici de olsa önleyici adımlar olmaları nedeniyle bunları iyi gelişmeler olarak değerlendirmek gerekir.

Moskova mutabakatını Türkiye için basbayağı zafer olarak görenler, içeriğine bakıp hezimet olduğunda ısrar edenler ve ulusal gururun içine düştüğü durumu ölçmek için Kremlin Sarayı’nda diplomatik kronometre çalıştıranlar olduğunu gördük.

En kötü barış savaştan iyidir

Geçici de olsa, uzun bir haksızlıklar zincirinin ara evresi de olsa, ateşkesi ve geçici barışı her gün şehit cenazesi gelmesine daima yeğlerim.

Dahası bu hususta son sözünü söyleyenin Putin gibi demokrasi ve özgürlüklerden nasibini almamış birinin olması da fikrimi değiştirmez.

“En kötü barış bile savaştan iyidir” anlayışının insanlığa her zaman nefes aldıran temel bir düstur olduğunu düşünenlerdenim.

Zaten bu nedenle, öncesi ve sonrasındaki tartışmalı pozisyonlara ve sorunlara rağmen Moskova Mutabakatı’yla gelen ateşkes ve geçici uzlaşma uluslararası kamuoyunda genel bir memnuniyet havası yarattı.

Elbette farkındayım, Moskova Mutabakatı öncesi Türkiye’nin kendi politikaları sonucu içine düştüğü yalnızlık ve çaresizlikten oradan oraya sürüklenmesi, dostluklardan düşmanlıklara- düşmanlıklardan dostluklara savrulması, hem ibretlik bir olaydı, hem de olağanüstü can sıkıcıydı.

Yanlış yerde yapılan politik yığınak...

Türkiye’yi Suriye meselesinde bu kritik noktaya Ak Parti iktidarının vakti zamanında önünü arkasını hesaba katmadan attığı politik adımlar ve Kürt Sorunu’nun demokratik barışçı çözümünden uzaklaşması taşıdı. Şüphesiz bunun hikâyesi yazılmaya girişildiğinde bu partinin kendini savunacağı birçok gerekçe olacaktır.

Ama o gerekçelerin üstesinden gelip, tıkanmanın yaşandığı eşikte demokratik, barışçı, çoğulcu ve kucaklayıcı bir vizyonla soruna yaklaşılmış olsaydı, her türlü dayatmaya karşın olumlu bir rota yaratılabilir ve geride bıraktığımız sancılı yılların hikâyesi başka türlü yazılabilirdi.

Bu bakımdan süreci Arap Baharı’nın başladığı dönemlerden ele almak isabetli olur. Gürbüz Özaltınlı’nın Serbestiyet’te yayınlanan “Bu günlere nereden geldik” başlıklı yazısı (28.02.2020) o dönemi ve kırılma noktalarını gayet derli toplu özetliyor.

Ak Parti iktidar geldiği bu noktayı gözden geçirecek durumda mı, derseniz şimdilik bunun belirtileri pek görünmüyor. AB ile geliştirilmeye çalışılan yeni ilişkilerin arka planında ise daha çok taktik amaçların yattığı hissiyatı uyanıyor.

Yurttaş olarak öyle olmamasını, samimi bir çaba gösterilmesini bekleriz.

Çünkü, ders çıkarmak için vakit hiçbir zaman geç sayılmaz.

Konuya Korona virüsüyle başlamıştık, ama görünen o ki, siyasetin ağır sorunları korona günlerinde bile kendini unutturacağa hiç benzemiyor.

Dileğimiz savaşsız ve virüssüz günler...